18 Şubat 2012 Cumartesi


Bu ne güzellik! Ne güzellik…
Abdullah bin Ubeyy, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) döneminde en etkili münafık  Ona münafıkların başı denirdi. Düşmanlıkta, bozgunculukta sınırları zorluyordu.  Abdullah bin Ubeyy bir gün ölüm döşeğine uzanır. Ölmeden önce de Peygamberimizin gömleğini ister. ‘Peygamberin tenine dokunan gömleğini bana giydirin beni böyle gömün, belki bu gömleğin hatırına Allah beni affeder’ der. Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün arkadaşlarının itirazına rağmen gömleğini Abdullah bin Ubeyy'e göndermek ister. Neticede Abdullah'ı gömerler. Bundan sonra insanları derinden sarsan bir gelişme meydana gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) gömülen bu meşhur münafığın -azılı düşmanın- mezarına gelir. Ve mezarının kazılmasını emreder. Mezar kazılır. Hz. Peygamber mezardan çıkarttığı Abdullah bin Ubeyy'i kendi dizinin üzerine yatırır. Sonra kendi gömleğini sırtından çıkarıp ölmüş olan Abdullah'a giydirir. Cesedin üzerine eğilir ve yüzüne doğru üfürür. (Buhari, hadis: 1285) sonra da başını kaldırır ve şöyle sorar: "Yok mu bu adamın bir iyiliği, yok mu bu adam hakkında iyi bir şeyler söyleyecek biri." Sonra da gömülmesini emreder. 
Bu olay Medine'yi derinden etkiler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatı boyunca kendisini yok etmeye çalışmış, fitneye endekslemiş bir azılı düşmanına yapar bu iyiliği, bu jesti.
 Bütün çirkinliklerin içinde dahi güzelliği keşfedebilen nebinin bakışı kadar güzel bir bakışa sahip olabilmek…
 Aynı bakıştan mahrum oluşumuzun sebebi bakışlarımızdaki yamukluktan mı, yoksa bakılacak değerlerin güzel yanlarının olmayışından mıdır? Yamukluk tasavvurda başlar önce, sonra zihinlerde, sonra yüreklerde. Derken bir bakmışsın bütün bedenini kaplamış ve içine çer çöp karışmış bir nehrin akışı gibi suyun berraklığından eser kalmamış.
 Bir şeyin çirkinliği veya güzelliği bakan kişinin tasavvurundaki güzel ve çirkin tanımından ibarettir. Mutlak güzellik, güzelliğin kaynağı Cemal olan Allah, mutlak güzelliğin üretildiği tek merkez ise Cennettir. Dünyayı cennete çevirme arzusu bir ütopyadır. Müslüman, ya bu ütopya ile bir ömür pasif iyi olarak yaşamını sürecek, ya da bakışını cennete çevirerek işe başlayacaktır. Her şeyden şikâyetçi olduğumuz, medyanın, modanın, vitrinlerin cezbinden kendimizi alamadığımız bu modern çağda, ya yola bırakılan ekmek kırıntılarını yiyen koyun sürüsünden uysal başlı bir koyun olacağız. Ya da iç devrimini gerçekleştirmiş, çağın baskılarından kurtulmuş, onların gösterdiklerini değil, görmemiz gerekeni görebilecek bir basirete sahip olacağız. Seçim kulda, kulun kendi iç dünyasındaki çalkantıların arasında sinip kalmış beden devriminin öncüsü olan kalptedir.
Bakılacak bir güzelliğin kalmadığı bir dünyada bakışlarımızın kirlenmesinden şikâyetçi olmak, sorunun çözümüne dayalı bir yaklaşım değildir. Geride güzel bir bakış bırakmak isteyenler, zehirli oklarını bakış tasavvurumuza fırlatarak bakışlarımızın fıtratını bozan batının tuzağını fark etmeli ve modern çağın canavarlarına karşı teyakkuzda olmalıdır.
 ‘O,bakışlarda saklı ihaneti ve yüreklerin gizlediğini şeyleri bilir.’ 40/19
Modern çağın dayattığı bakış felsefesi  ‘Çekici ve cezbedici olan güzeldir’  başlığı altında tanım bulmuştur. Çekiciliği görüntüye, görüntüyü modaya, modayı ahlaksız olana indirgeyen bir zihniyetin ürünü olan bakış felsefesinin kaynağı hakikat olan vahiy değil, birilerinin bile isteye ümmetin kanına enjekte ettiği gayri ahlaki ilkelerdir.
Önce zihinlerdeki güzel tasavvurunun nasıl yamulduğundan başlayalım.

Çekici ve cezbedici olan güzeldir, ya da güzel olmaya mahkumdur.
Genleri ile oynanmış sebzeler, meyveler ve insanlar. Yapay gıdalar, suni besinler, suni duygular ile beslenmiş gün geçtikçe hormonlaştırılan bir nesil. Bu felsefenin mantığı sadece çekici olan güzeldir ilkesine dayalıdır. Ele geçirdiği avını, ‘Ruhuna hoş gelen değil, nefsine hoş geleni yap. Nefsinin sevdiğini ye, iç, eğlen. Güzel olan haz duyduğundur. Hazzını doyur, hızın kesilmesin.’ diyerek avutur. Her şeyin bir kalıbı vardır. Meyvenin iyisi renksiz, solgun, kurtlu, eğri olanı değil, iri, düzgün, canlı ve parlak olanıdır. Yemeğin iyisi tadı ve kokusu topraktan çıkan değil, fabrikasyon dumanları arasında, renkli ambalajların içinde yenmeyi bekleyen geçici haz veren küçük hazcıklardır. Kadının güzeli, belirtilen kalıpların içine girebilendir. Orada esmere, sıskaya, karaya, kuruya yer yoktur. Ölçü malumdur, bellidir. Standartların dışına çıkan ‘made in modernizm’ damgasının dışında kalmıştır. Dedelerimizin giydiği, yediği, yaptığı güzellikler, köhne, eski, çirkin ve geride kalmıştır.
Güzelin standartlarını ve sınırlarını başkalarının belirlediği bir dünyada o standartlar içine girebilmek için ne çok çaba sarf ediyoruz kim bilir. Dedelerimizin yemediğini yemek, giymediğini giymek, sevmediğini sevmek zorundaymışız gibi, dayatılan modern baskıya tabi olmak acı bir gerçek. Dedesinin, nenesinin yediğini yiyenler, kendini utanç timsali bir hareket yapmış gibi hissediyor. Geçmişten utanan nesiller geçmişin gark olmadığı hastalıkların, mantalitelerin sahibi olmaya mahkûm oluyor. Bugün, geri kalmışlığı geçmişte kalmak, geçmişi yaka silker gibi silkelemek diye ifade edenler, geçmişin ekmeğini yiyorlar. Güzelliğin bir miras olarak aktarıldığı nesillerin torunları bizler, torunlarımıza bırakılacak bir güzellik üretmiyoruz. Güzelin içini boşalttıkları şu zamanda gençlik felsefesi, ‘ben güzele güzel demem, çirkin güzel olmayınca’ mantığında ilerliyor. Geçiciyi kalıcıya, anlık mutluluğu ebedi saadete, hazzı hayra tercih edenler ebedi güzelliğin değil, dünyevi hazzın ekmeğini yemeye mahkûm olurlar.
Yeni kuşak gençliğin bakışında yatan ‘güzel’ tanımının, dejenere edilmiş hallerinden birkaç madde ile yazımızı sonlandıralım.
Modern gençliğin güzellikleri;
Güzel anne: hataları değil, güzellikleri söyleyendir. Kızını değil, dizini dövendir. Güzel baba, gencin hayatına müdahil olmayandır. İyi bir ebeveyn ‘hayat bir kere yaşanır, sınırsızca yaşa!’ felsefesi üzerine çocuklarını serbest bırakan ailedir.
Güzel arkadaş: kusursuz olandır. Elinden, dilinden emin olmadığın halde görüntüsüne aldandığındır. Yanında değil karşında olandır. Her sözünü destekleyen, seni kötü pozisyona sokabilecek her durum karşısında köpek olup önünde yatabilecek olandır.
Güzel öğretmen: hak etmediğin notu veren, her sözünü alkışlayan, arkanda sırtını dayayabileceğin ruhsuz bir kolon gibidir. Eski öğretmenler gibi bana bir harf öğretti diye kırk yıl mihnet altında kölesi olacağın değil, çok konuşmayıp da kısa kestiği için en sevdiğin olabilendir. Sana haddini bildiren değil, haddini bilendir.
Güzel yiyecek: damağına taptığın kadar değer verdiğindir. Damağının sevdiğini yediğin, doyduğunda kalanını yemek için çaba sarf etmediğin, canının çektiği anda elinin altına girebilendir. Kolay ve emeksiz olandır. Güzel aşçı, kırk yıllık hatırına katlanmayacağın bir fincan kahvesi olan değil, iki kuruşa alabileceğin büyük boy kola yanında bir dilim pastası olandır.
Güzel kıyafet: seni daha çekici, daha zayıf, daha havalı, daha modern gösterendir. Vücudun elbiseye, ayakların ayakkabıya göre şekil aldığı kıyafettir. En güzeli ise, içinde seni olmak istediğin öteki kişilik kadar cazip gösterendir. Öteki olduğun kadar güzelsindir. Çünkü herkesçe bilinen bir gerçektir ki, kısa manken, şişman model, siyah artist olmaz. 
Güzel Allah: hayata müdahil olmayan, iradeyi yaratan ve geri çekilendir. Bir yılın günahını kadir gecesinde, bir ömrün günahını, yaşlanınca hacca gider anadan doğmuş gibi olursun mantığı ile hareket edendir. Uzak Allah güzel Allah’tır. Ne zaman yakın olur, o zaman güzel olmaktan çıkar.
Modern birey özgür hareket alanına bir başkasının müdahil olmasından hoşlanmayandır.
Ya bizim güzellerimiz…
Güzellik kalıcı olandır. Ruh güzeldir, cennet güzeldir. Ruhunu besleyen, onu güzelleştiren, güzelliğini merkezi olan cennette kalıcı olmaya adaydır.
Peki, kafamızı bulandıran bunca çirkinliğin içinde güzeli göremiyorsak bunun müsebbibi kimdir? Şahsiyetli müminin güzel tasavvuru nasıl olmalıdır?
Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah…

Hatice İslamoğlu Erdem



6 Şubat 2012 Pazartesi





Greglo,ölümsüz ilmiği ömrümün..

Greglo…
ölürken bile sancısını çekeceksin hesapsız hayallerinin..
Yaşarken bir ölüyü sevmenin sancısını çektiğin gibi..

En kötü zaman daha kötüsünü yaşayana kadarmış. Bunu zaman içinden öğrendim.
Senin ölümünün aslında bir doğum olduğunu, tüm nedenlerin tek bir nedene bağlı olduğunu çok sonra fark edecektim.
Tüm zamanların içinde bir tek zamana mahkum olmak neden kusursuz gibi görünür gözlere.
Anı mutlaklaştırmak bir ömrü bir an için yok etmek değil midir aslında. Tüm öğretilerin yalan olduğunu bir tek doğruyla yok etmek kadar tüm duyguların içinde bir duyguda kendini mahkûm etmek arasında ne fark vardır, kendine zulümden başka.
Çare ellerinde, senin uzaklığın kadar yakınlaşan ruhundaydı.
Çare sonsuz nurun arkasındaki göremediğimiz sırda
sır herkesin kendi tabağındaydı..

Her dağın, her çölün ve her denizin arkasında görünmeyen bir durgunluk vardır.
Rüzgarın ellerine bıraktığı etki kadardır benim sende ki yansımam,
Güneşin batarken ufka vurduğu kızıllık kadar kısa,güzel,geçici..
Bil ki o rüzgarın ardında ki fırtına benim.
Benim o dağın arkasındaki esen yel,bora, kara rüzgar,tüm yılkı atların ardından koşan ben..
geceye yıldız yıldız yağan, gözlerine inen buğu yine benim.
Çölde serap diye gördüğün, yüzüne vuran ince kum tanelerindeki soluğun, başını çevirdiğin her tepenin ardında duyduğun, on minarenin ardındaki kayalıklarda saçına değen rüzgar benim.
Ertesi sabahın bitimine kadar..  Gözlerinde ki perde ve son kapanış ben olacağım.
Bilecek ve öyle dalacaksın uykuya..
bensizliğin değil, kendi varlığını benliğime bağladığın dünyanda uyanacaksın uykundan.
Her şeyin bir hayalden öte olmadığını bile bile dokunmak için ellerini uzatacaksın saçlarıma..
benden geriye son bir tel hatıra kalacak sana, dokunduğun tüm boşluklar…
En son uyuduğun uyku hayata gözlerini açmış bebeğin uykusu kadar derin, nefesi kadar taze olacak.
Yüzün ak, gönlün aydın, mutluluk diyarı gönül bahçen olacak..
Yada ben öyle olmasını isteyeceğim, tüm bunlara layık olmadığın söylense de..
Bilmelisin ki en son uykuların cennetini içinde taşıyan dualarım kadar yakın sana.
Aklıma düşen her bir düşünce, bir kelime, bir söz, bir keşke, bir hatıra, bir affediş kadar yakın..
ölümün yeniden doğuş, ölümün Hanne’nin sancısının meyvesi kadar taze, diri, tertemiz bir başlangıcın habercisi.
Ölümün temiz bir soluk, taze bir bakış, duru bir sevgi gibi..
Ölümün herkese uzak, bana yakın..

Ey aklını kalbinin elinde yoğuran ana
Bırak toplanmasın sağanak sağanak yağan duyguların
Beraberlik..ölüm kanatlarını çırptığında vuku bulacaktır.
Senin beraberlik dediğin sana bağ olmayacaktır.
Arkanda ayaklarını çeken sorumlulukların, kalbine vurulan prangalar, yakınlaştıkça geri dönmeni sağlayan tüm yeminlerin..verilmiş sözlerin..
O gün tertemiz geleceğini bilsem karşıma..
Pâyupak bir köşesini mutlaka bulurdum siyah menekşelerin.
Bu kez koparılmayı isteyen bir çiçek gibi ellerine dolanmayı bekler,
Sana bir değil, bin menekşe sunardım, papatyalarına karşılık
Yüzüm dönük, başım dik ve mağrur dururdum iki delikten ibaret olmadığını bildiğim gözlerinin karşısında.

Yol ve menzil,
Bağırgan dizeler!
Bağrıma sığacak kadar yalnızlık biriktirdiniz, aklıma sığacak kadar uzaklık
Tıpkı bir papatyanın yaprakları gibi aynı rüzgarla uçuşup ayrı şarkılar söyleyeceğiz beraberliğin imkansızlığını bildiğim gibi, biliyorum bunu.
Senin beraberlik dediğin, bir bedende iki kalbin atışı kadar anlamsız bir duygu.
Okyanus balıkları ve sarı zambak.. aynı sudan beslenmez..
Menekşeler dört mevsim soğuğa dayanmaz..
Her şey değişse de hayatında
Tebessüm çiçeklerin solmaz!
Bilesin bunu…

Hatice İslamoğlu Erdem

Âkif’i tanımak,onun Safahat’ını okumaktan geçer.Safahat’ı baştan sona bir kere okumak yetmez. O bir başucu kitabıdır. O bir şiir kitabı değil,fikir eseridir. Bu eserde,milletimizin,ümmetimizin,tarihi yükselişi ve düşüşü,bunun sebepleri,fert ve cemiyet olarak tahlili,zekâsı,nüktesi,edebiyatı,şehri,sokağı,evi,âilesi,acıları ve sevinçleri vardır.





‘Âsım’ın nesli’ Akif’in nesi olur?
Bu ümmetin,her meslek erbabından olmak üzere,Âkif gibi,İslâm ahlâkıyla yaşayan,samimi,mert,korkusuz aydınlara ihtiyacı vardır.Böyle bir ahlâkla yetişmiş fikir adamlarına ve din âlimlerine olan ihtiyacımız,her şeyin üstündedir.Elzemdir.
Sezai Karakoç, ‘Büyük insanların ölümleri bir bakıma doğuşlarıdır.’ der. Onların doğumları uzun sürer.Bütün bir hayat onlar için doğumdur. Çektikleri çile bir ömür süren bir doğum sancısıdır.Ne zaman ki ölürler,işte o zaman tam doğmuş olurlar.Sonra yüzyıllar içinde serpilip gelişeceklerdir.Bir çağda rüşte erecekler,bir çağda delikanlıdırlar,bir çağda olgunlaşırlar,bir çağda da iyice yaşlanırlar..
İşte Âkif gibi yiğitler bu çağın ve her çağın yaşayan canlı tanıklarıdır. Onların ahlâkı toplumun ahlâkıdır. Onların kalemi toplumun sesi,ümmetin nefesidir.
Âkif’i tanımanın bir başka yolu da onu sevenlerin ve Âkif uzmanı olmuş şahsiyetlerin çalışmalarını okumaktır. İşte M.Ertuğrul Düzdağ hocamız onlardan biridir. Ömrünü Âkif hakkında araştırmalara vermiştir. Kendisi aynı zamanda Mehmet Âkif’in hayatı,eserleri,fikirleri,çevresi hakkında gerekli araştırmaları yapmak,yaptırmak ve bu suretle milli kültürümüze ve fikir hayatımıza faydalı olmak amacıyla kurulmuş olan ‘Mehmed Âkif Araştırmalar Merkezi’nin kurucularından biridir.
‘Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları’ndan çıkan ‘Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar’ kitabı üç cilt olup,  M.Ertuğrul Düzdağ hocanın kaleminden çıkmış kaynak eserlerden biridir.
Âkif portresi,okuyanın kalbinde modellik çizgisinin başına oturur.Kitapta ki bu başarı ve sade dil yazarın emeğinin bir ürünüdür.Yazar 1972’den bu yana geçen otuz sekiz sene zarfında yakın tarihle meşguliyetinden dolayı Âkif’in yaşadığı zamana ait birçok eser okumuş,Âkif’e dair yazılmış kitapların hemen hemen hepsini görmüştür.Sebilürreşad dergisinin 641 sayısını da gözden geçirmiş ve Âkif’in oradaki yazılarını neşre hazırlamıştır. Safahat’ı çeşitli vesilelerle elli defadan fazla okuduktan sonra anlamaya başladığını  tüm samimiyetiyle itiraf etmiştir.
 ‘Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar’ın birinci kitabı;  1936 Haziran’ında Mısır’dan Türkiye’ye döndükten sonra eski dostlarından olan Nevzad Ayas’ın  Âkif’le yapılmış mülâkatı ile başlamaktadır. Âkif’in ailesi,yakın çevresi,tahsili ve mesajları ile ilgili geniş ve taze bilgiler içerir.
Nasıl bir aile yetiştirmiştir onu. Kitabın bu bölümünde onu yakından tanımaya bir adım daha yaklaştıracak olan aile ailesi ön plana çıkar. ’Mehmed Âkif’i yetiştiren aile’ tanıtılarak, ancak ahlak timsali olan böyle bir babanın, Âkif gibi bir evlat yetiştirebileceği söylenir. Onların ailevi ilişkileri üzerinden topluma mesajlar verilip, hocaları ve arkadaşları üzerinden tesirli menkıbeler anlatılır.

‘İslam âilesi yıkılırsa milletimizin bin yıldır yaşadığı bu büyük aile de yıkılacaktır. Mehmet Âkif bunlara şiddetle karşı çıkar.‘Biz gâyesiz bir fikir ile her şeyi yıktık.Yıkılmayan bir âile kaldı..Yıkılan müesseseleri,sebât edip ciddi çalışırsak,tâmir edebiliriz.Fakat,Allah korusun,eğer âile yıkılırsa,kat’iyyen bir daha düzeltilemez.Düzeltilir diyenin,hayan kadar aklı yoktur.Ve bu inkilâbı ,isteyenin eline de sonunda kötü bir sıfattan başka bir şey geçmez.’der.

Sözünün eri adam..
Onun gençlere örnek olacak bu sarsılmaz şahsiyeti yapan özelliklerinden biri sözünün eri olmasıdır. Bu başlık ile Âkif’in modelliği ele alınır.
Âkif’e göre insanın kıymeti ‘söz’üne verdiği değerden belli olur.Sözünde durmayanlara insan gözüyle bakmaz. Bir arkadaşı kendisini hava yağmurlu olduğu için bekletince; ’Bir söz,ya ölüm,yahut ona yakın bir felâkette yerine getirilmezse,ancak o zaman mâzur görülebilir.’ diyerek, onunla altı ay küs kalmıştır.
Yine aynı bölümde Âkif;  ‘Müslümanın diyen fertlerin Müslümanca yaşamaları,onların bulundukları yer Müslümanca idare olunmalı ve bütün dünyadaki Müslümanlar kardeş olmalı…ki bu kuvvetler,kudretler,paralar,silahlar bir işe yarasın’ diyerek birlik ve beraberlik ilacını ümmetin hastalıklı kalplerine şifa olarak dağıtır. Müslüman olmanın ciddiyetinden bahsederken,İslam’ın ciddiyet ve samimiyet dini olduğunu vurgular.

Nasıl bir gençlik..

‘Gençlere Hitab’ başlığı altında nasıl bir gençlik hayal ettiğini ifade eden Âkif’in zihin dünyasında model gençlik olan  ‘Âsım’ oluşur. Safahat’ta yer alan ‘Âsım’ şiiri üzerinden Âkif gençlere nasihatler ederek, onların ruh dünyalarında derin çığırlar açmıştır.


Âkif’e göre Âsım gençliğinin ruh yapısı;
-iman eden, bütün gayretiyle çalışan, sonunda eline geçeni hoşnutlukla karşılayandır.
-Tembellik, hazıra konmak, hırs ve kıskançlığın kendisinden uzak olduğu kişidir.
- Bir milletin yükselmesi ve geleceğini kurtarması için, gençlerin iki kudrete sahip olmaları lazımdır. Bilgi  ve ahlak. Bu ikisini elde etmek için çabalayan kişidir.
-İslâm ahlakını Batı fennine harmanlayarak ilme maya çalandır.
-İlk ve hakiki düşmanımızın cehâlet olduğunu bilendir.
-Âsım genci en son ilmi gelişmeleri takip edip öğrenmeye gayret gösterendir.
- Yeise ve ümitsizliğe düşmeyendir. Son nefesini kadar azimli ve mücadeleci adamdır.
-Ölüler dini değil, diriler dini olan İslam’a kucak açan, İslam’ı kucaklayandır.
-Bütün zaman ve insanları kucaklayan bir ahlaka sahip olandır.
- Âsım genci ailesine bağlı, sevgi dolu, sorumluluk sahibi olandır.


Bilgisiz ahlak, miskinlik ve zayıflığa; ahlaksız bilgi ise milletlerin ruhunun zehirlenmesiyle sonuçlanacak felâketlere sebep olurlar. Mehmed Âkif son nefesine  kadar davasına sadık kaldı. Müslüman gençlere içinde bulundukları neslin modelleri olma yolunda öncülük etti.Birlik ve beraberlikten yana oldu. Gençlere son bıraktığı mısralar ile bu ilim ve ahlak mirasını omuzlamayı, öncü ve önderlerden olarak, bu din-i ilâhiyeyi kucaklamayı vasiyet etti.
Onun bıraktığı bu kutlu mirasa kucak açan tüm gençleri Âsım genci olarak gördü. Ve Safahat’ın her bir mısrâsını o genç nesle, o neslin ruhuna armağan etti.

‘Görür müyüm diye karşımda Müslüman yurdu,
Bütün diyarını gezdim,ayaklarım durdu..
Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan,
Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zârımdan!
Vatan-cüda olayım sinesinde İslam’ın?
Bu âkibet,ne elim intikamı eyyâmın!
Benim ki yaşlıyım artık düşük kolum, kanadım;
Bu intikamı çalışsın da alsın evlâdım.’ (Safahat, beşinci kitap: Hatıralar, El-Uksur’da,s.284)

‘İyilerin tembelliği kötülerin fa’aliyetidir.’  diyen Âkif’i anlamanın yolu onun ufkunun derinliğini ortaya koyan ‘Safahat’ında gizlidir. Âkif bu ümmetin yüz akı, gönül aydınlığı, ümmetin manevi kurtuluşunun emekçisidir. Ona bir teşekkür borcumuz vardır. Bu borcu ödemenin bigane yolu onun hayalinde ki abid, alim, arif, Âkif, Âsım  gençler yetiştirmektir.

Canlı ve diri bir kalple Âkif’in yürüyen duaları olmak temennisiyle..

Hatice İslamoğlu Erdem

28 Ocak 2012 Cumartesi





Nasıl bir baba?
‘ Sevgiyle büyütülen çocuk sevgi, umut ve hayat dolu bir insan olur, sevgisiz yetiştirilen bir çocuk ise nefret, kin ve intikam hisleriyle dolu olur. Aile çocuğa verdiği sevgiyi bir sadaka, hem de sadakaların en güzeli bilmek zorundadır. Sevgi ile terbiye terbiyelerin en güzelidir ve “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”tır.’  Tavsiyeler-Mustafa İslamoğlu
Rol-model olarak tek örneğim,ağabeyim,arkadaşım,hocam. Bir baba her şey olabilir mi,elbette olabilir. Babalar yalnız babalıkla değil,şahsiyeti ve kişiliğiyle örnektir.Bir babayı, baba olarak örnek alanlar babalıkla sınırlar aldıklarını,babalığını değil şahsiyetini örnek olarak alanlar ise, cinsiyet ve yaş farkı gözetmeksizin, hayatın her alanına taşırlar aldıkları öğretileri.Bu anlamda uygulanabilir bir modellik, onu gözümde hem hocam, hem babam yapan öncelikli ilkedir. Aile içi rolünden kaynaklanan babalığının yanı sıra, çok nadir babada gördüğüm güzellikleri, ben kendisinden öğrendim.Babam biten çayımızı dolduran,ev işlerinde yardım eden,bizimle oyun oynayan,gülen,ağlayan,dertlenen bir babadır.Bununla erkeklik değil,ahlaki güzellikleri öğretir bize. Cinsiyetinin ve babalığının önünde benim hocamdır babam. Hayatın kendisini onunla okumak hiçbir kitabı okumaya benzemez. Bir sorumluluğu canın istemediği halde yapmayı,bir yemeği hoşuna gitmediği halde yemeyi biz babamızdan öğrendik.İnsan her istediğini yapan değil,istemediği halde sorumluluklarını terk etmeyendir.Babalık demek bu yüzden bende çok daha derin anlamlar buluyor. Daha hayattan ve kalıcı başka bir örneğe gerek var mı bunun üzerine bilemiyorum.


Düzenli,tertipli,planlı,sabırlı,disiplinli bir baba.
 Okumak onun için vazgeçilmez bir duygu. Bize ‘çocuklar okumadan nasıl duruyorsunuz?’ diye sorduğunda, aynı soruya ben de kendi kendime sormaya başlamıştım.’Bana bir okuma listesi yapar mısın?’ diye kendisine başvurduğumda,gençliğinde okuduğu tüm seri kitapları önüme yığıp, ‘Önce bunları bitirmen gerekir!’ demişti.O gün bugündür hala bitiremedim o kitapları. Babam odasında her daim çalışır,evde çalışmak için belli bir zaman dilimi yoktur. Bu yüzden daima sessiz ve gürültüsüz bir ortam sağlanır.Tabi ki bu annemin desteğiyle olur. Bu konuda babamın çok müsamahakar bir baba olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.Beş kardeş aynı evde iken sessiz bir ortam tahayyül etmek mümkün olmasa gerek. Evde onun varlığı her an işe gitmeyip evde olan bir babanın varlığı gibi değil. O evimizin bir parçası gibi.O olmadığı zaman yemeğimizin tadı,sohbetimizin derinliği olmaz.O birkaç gün seyahate gitse ev sessizleşir,soğuklaşır,ya başına bir şey gelirse korkusu sarar beni.Evin büyük kızı olarak annemin yokluğunda annelik görevini ben üstlenirim.Böylece ‘küçük anne’ unvanı takılır bana.Babam çocuklarına ‘Hatice abla’,’Sami abi’ diye hitab eder.Böylelikle aramızda ki mesafe kalkar.Abla ve ağabey oluruz birbirimize. Sofraların dışında babamızla çok fazla vakit geçiremeyiz.Bu yüzden sofraların berekete,muhabbetin müebbete dönüştüğü bir ortam oluşuverir evde.Hepimizi sofrada görmek ister babam. Karnımız tok olsa bile otururuz. Birlikten bereket doğar ilkesiyle muhabbeti paylaşırız. Kahvaltılarda Kur’an’dan bir ayet okuruz.Bu bizim evimizin geleneğidir. Gelen misafirlerimize çayın yanında, bir ayet ve onun tefsirini paylaşırız. Soframızdan kalkan hem bedenen hem ruhen doymuş olarak kalkar. Bu yüzden onunla yemek sofrası dünyanın en güzel ziyafetlerinden daha güzel gelir bana.
 Yüreği çok yufkadır babamın. Her hangi bir coğrafyada olan bir acı,bir yıkım,bir yetim onu ağlatır.Yetimin halinden en iyi yetim anlar,çünkü babam da annesiz büyümüştür. Bazen öyle olur ki etkisinde kaldığı olaylar, onu yemeden içmeden uzaklaştırır.Bir kaç yıl önce, bir arkadaşımın vefatı üzerine üzüntüme ortak olup benimle gözyaşı dökmesi, babamın içimde ki sevgisini bir kat daha arttırmıştı.O bir babadan daha ötesidir benim için.Hislidir,hissettiğini hissettirir.Muhabbeti dua olarak geri döner bize. Hayatımızda yankı bulur.
Evimizde akşam namazları cemaatle kılınır.Evin en küçük bireyi de dahil olmak üzere, herkes namazda toplanır.Ramazan teravihleri babamla güzelleşir. Bazen ‘babacığım kısa surelerden oku!’ siparişiyle daha da kısa tutar namazları,bazen de olur ki arkasını döner,kimse kalmamış.
Hiçbir zaman şahsiyetimizi ezmez.Beşimizle beş ayrı iletişim tekniği vardır. Birimizi diğerimizle kıyaslamaz. Gücendirmez. Hatalar da yanılma payı bırakır.Sorumluluklarımıza çok önem verir.Sorumsuzluğa karşı asla müsamahakar değildir.Birimizin görevini yapmadığında bir diğerine yük olacağını söyler çoğu zaman. Kızdığı zaman sebebini söyler. Hatalıysa en küçüğümüzden bile özür diler. Hatadan kaçmayı değil,o hataya tekrar düşmemeyi öğütler. Hatasız olamayacağımızı fakat bunu asgariye indirebileceğimizi örneklerle gösterir. Haklıysa, ‘Bana hak verin’ der.Mutluysa kucaklar,özlediğini, sevdiğini ifade eder. Bizlerin onun melekleri olduğunu söyler bazen.
Geride şahsiyetli,ahlaklı, rol-modeller bırakmak.Aktif iyi olmak, aktif iyiliği çoğaltmak. Bu onun üzerimizde ki en büyük duasıdır. Benim de duam,onun dünyada ki yüz akı,gönül aydınlığı yürüyen ameli olmaktır.

Âlim bir babanın kızı olmak
Sen ilme kendini vermezsen ilim sana zırnığını vermez!’ bu söz babamın bana ilim için uzak bir seyahate gittiğimde verdiği nasihattı. Âlim bir babanın çocuklarına toplum tarafından yapıştırılan damga,baba ile evlatları kıyaslamaktır.Bu yanılgı hem kıyaslayana,hem kıyaslanılan çocuklara zulümdür.Gönül ister ki babalar da âlim doğursun analar gibi. Lakin ilim babadan oğla miras kalan bir şey değildir.Olmayacak da.’Kızım Fatıma!Nefsini Allah’ın elinden satın al!Vallahi yarın ahrette ben de senin için bir şey yapamam.!’ Diyen bir peygamberin ümmetiyiz biz. İlim miras bırakılan bir şey olsaydı babam okumamız için üzerimize düşmez; ’benim ilmim hepimize yeter!’ derdi.Fakat demedi.İyi ki de demedi.
Sadece yaptı. Okuduğu en boş şey gazeteydi belki de.Onu okurken bile kitap gibi okur,gazetenin hakkını verirdi.Tek bir kitap okumazdı.Aynı anda farklı konularda birkaç kitabı birden bitirirdi.Bitirdiği kitapların içerisinden bana uygun olanlarını getirir; ‘Bunu mutlaka oku’ derdi. Bir bilgiyi kendisinden öğrenmek istediğimizde hiçbir zaman bedavacılığa alıştırmadı bizi.Kaynakları gösterir,kitabın adını söyler,bizim araştırmamızı isterdi. Bilmiyorsa, bilmiyorum demekten asla çekinmezdi. Bir konu hakkında konuşurken iyi bildiğini söyler,bilmediği veya eksik bildiği hakkında ahkam kesmezdi.Boyumuzdan büyük laflar ettirmez,üç düşünüp bir konuşmamızı tavsiye ederdi. Herkesin ilmine saygısı vardı.Bir yaprağın,bir böceğin bile ilahi vahiyden bir ayet olduğunu söyler,onları okumayı öğretirdi. Sanmayın ki bunları bizi karşısına alarak yapardı. .Hayret makamında olan o,öğrenen bizdik. Bu yüzden hocamız hayatı okurken biz hocamızı okuyorduk.
Odasına girerken izin almak,müsaitse konuşmak,değilse zihnini meşgul etmemek gerektiğini biliyorduk. Babamın çalışma düzenine hayran olmamak elde değil. Geceleri az uyur,gündüzleri bize ve misafirlerine ayırır. Uzun süreli çalışmalarında dinlenmek için yanımıza gelir,uzun soluklu düşündüğü bir ayeti bizimle paylaşır, hep beraber o ayetin yüreğine ineriz.Ben ise babamı anladıkça ne kadar az şey bildiğimi öğrenir,bildiğimden de utanırdım.






Ben okulsuz okuyanlardanım. Hayatımda babamdan öğrendiğim iki şey benim için çok kıymetlidir.. Azim ve sabır. Bana edebiyatı sevdiren babamdır. Sezai Karakoç,Atilla İlhan,Cahit Zarifoğlu,Mavera,Mektuplar serisi derken bir kütüphane kitaplığım oldu.Kitapları bana sevdiren en büyük etken daha önce onları babamın okumuş olmasıdır. Ona ait olan her kitapta, okunduğu tarih, altlarını çizili satırlar ve yanlarına not düşülmüş yapraklar bulunur. Bu da bende kitap okuma merakı oluşturur. Onun notlarını merak edip,ne yazmış diye bakarken kendimi o kitabı okumuş bulurum.Çizilmiş yerleri okumak bana çok ayrı bir zevk verir.Bir süre sonra fark ederim ki babamla aynı yerleri çizmiş,aynı satırları beğenmeye başlamışızdır.Onu anlıyor olmanın mutluluğu, kitaplardan bana kalan çok daha anlamlı bir sayfadır. Bir baba evladına hayatta kalıcı olan neyi bırakır derseniz, ‘Okumak!’ derim... Babamın bana bıraktığı en büyük miras çok geniş manası ile, her şeyi ‘okumaktır’.






‘Yazı sözün gölgesidir.’
 ‘Arkanda kalıcı bir dua bırakmak istiyorsan bol bol oku ve yaz.’der. Yazmayı; onun gençliğinde edindiği defterlerinde ki notları okuyarak öğrendim.Sadece bir hevesti başlarda.Ve babam fark etmeden yeni bir tohum daha bırakıyordu zihin dünyama.Yazmak..!
İlk şiirime baktı ve, ‘Ben’ dedi, ‘Edebiyatla ilgili okunacak tüm eserleri  bitirmeden hiçbir şiir kaleme almadım…’   Ve ben, bu cümleden sonra bir daha kalemi elime almadım. İlme saygı duyanlar,ilimde derinleşenlerden başkası değilmiş. Bunu o zaman öğrendim. Sen ilme kendini verirsen,ilim de sana kendini veriyormuş. Bu gerçeği her zaman kendime söyledim.
Babam dışarıda hocam,evde babamdır. Onu dışarıdan bir hayranı gibi takip eder,derslerinde defterler dolusu notlar tutarım. Başkalarına ders anlatırken sorularımın cevabını o sırada alır,uzaktan bir hayranı gibi onun resimlerini biriktirir,internetten Cuma hutbelerini takip eder,Esma’ul-Hüsnâ derslerini Hilal Tv aracılığı ile herkes gibi izlerim. Bizim kendisini izlememiz çok hoşuna gider. Eve geldiğinde ‘Nasıldı?’ diye sorar.Eğer izlememişsek üzülür. Bazen bizimle o haftanın hutbe konusu üzerine konuşur,bazen de konuştuğumuz konu o haftanın hutbesine yansır. Bazen, ders konularını o belirler.Bezen olur, evde ki gündem o haftanın ders konusu olur. Bizim evimiz de küçük bir meclis gibidir. Babam İç İşleri Bakanı,annem Dış İşleri Bakanı’dır.Babamın çalışıyor olmasından ötürü,dışarı işlerini annemiz halleder.Babam kendi çocukları üzerinden ailelerin sıkıntılarını,toplumun sorunlarını dinler. Çevremizde ki aileleri ve çocuklarını gözlemler.Aileye her şeyden çok daha fazla önem verir.Çocuklarını sevgi ve ilgi delisi yapan ailelere çok kızar. Dengeli ailelerin; içinde ki gündemi Kur’an’ın oluşturduğu aileler olduğunu düşünür.Gündemimizi dinç ve diri tutmak için babamla sohbet etmek yeterli olur. Bu da bizim hayatımıza bereket olarak yansır.

Annemin eşi olarak babam
Annem deyince aklıma gelen tek kavram vardır: Fedakarlık..
İkisi de annesiz büyümüş iki ayrı dünya, ve onları bir araya getiren ilahi senaryo. Tarihte İslam’a baş koymuş bütün dava insanları düzgün  ve düzenli bir aileye sahip olamamışlardır.Bir ömür işkence,sürgün,acı ve ayrılıkla geçmiştir ömürleri. Şüphesiz bu yol zor,çileli,fedakarlık isteyen bir yol. Davasını dert edinenin Allah özel dertlerini satın almaz mı? Elbette alır.
Başarılı bir erkeğin arkasında başarılı bir kadın olduğu gibi,büyük şahsiyetlerin arkasında da büyük kadınlar vardır.Eğer örnek bir aile rehberi aranıyorsa,bu rehber Kur’an’dır.Bu rehberliğin yetiştirdiği yuvalar Dar’ul-Erkam’larda büyümüş evlatların kurduğu yuvalardır.Kimliğin,statünün bir kenara bırakılıp, şahsiyetin ön plana çıktığı yuvalardır. Benim annem ilkokul mezunudur.Bunu kendisi de, ben de gururla söyleriz.
O babamın ilk talebesi,bizim ilk öğretmenimizdir.O Kur’an’ın talebesi,babamın annesidir.
Bir kadın illa da bir kariyer arıyorsa, iki dünyada da kendisine kazanç sağlayacak tek bir kariyer biliyorum.O da anneliktir.Babamı örnek baba ve eş yapan en önemli faktör,annemin anneliğini ve eşliğini çok iyi yapıyor olmasıdır. Rabbim onların muhabbetlerini müebbet,bizi de o muhabbetin kutlu meyveleri kılsın inşallah.
Şüphesiz dünya nimetlerinin en güzeli,ilim dolu bir yuvada yetişmektir.
’Mum dibine ışık vermez.’ demiş atalarımız. Dibinde ki ışığı fark etmeyenlere tarihin hiçbir döneminde, peygamberler de dahil ışık verememişlerdir. Şüphesiz hidayet Allah’tandır. Bu Rabbimizin yasasıdır.Benim de herkes gibi duam, o ilim denizinden bir parça olsun faydalanabilecek bir basirete sahip olmaktır. Babamın alim olması bizlerin ahretini garantilemiyor ne yazık ki. Bilakis hesabımız ve yükümüz çok daha fazla. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir.Böyle bir babaya sahip olmanın şükrü,onun gibi bir birey yetiştirmektir.Onun ilminden faydalanmanın şükrü ise, o ilmi aktif iyilikle çoğaltmaktır.Rabbim nimetine nankörlük edenlerden değil,o nimetin şükrünü eda edenlerden kılsın bizleri.
Biz babamızdan razıyız,Rabbim de razı olsun.
Hatice İslamoğlu Erdem



Mustafa İslamoğlu’na sorduk. Dedik ki haberin haber olabilmesi için gereken ilkeleri bugün haber kartelleri yerine getiriyor mu? Haberin insanların üzerinde ki etkisini Mustafa İslamoğlu hocamız bakın nasıl yorumladı.
Haber ahlakı nedir, nasıl olmalıdır?
Bir şeyin kendisinden o şeyin ahlakı önce gelir. Bilgi önemlidir fakat bilginin ahlakı bilgiden daha önemlidir. Bir şeyin ahlakı o şeyin ruhudur.  Bir şeyin ruhunu aldığınız zaman geriye ceset kalır. Ruhu olmayan şey ceset olur, kokutur, ceset olmaktan çıkar leş olur. Haber de ruhuyla beraber olursa canlanır, hayat bulur ve hayat verir. Haberin ruhu haber ahlakıdır. Haber ahlakı deyince elbette ki ahlakın kökeni olan Allah akla gelmelidir. Çünkü ahlak insandan insana değişen şey değil, değişmeyen değerlerdir. Değişmeyen değerlerin en başında vahiy gelir. Vahiy insanlığın değişmeyen tek değeridir.
Hucurât suresinde; ‘Size sorumsuzun biri bir haber getirdiğinde, durun iyice araştırın.’ Diyor. Ayet-i kerimede ‘bi nebein’ kelimesi gelir, bihaberin’ değil. ‘Nebe’ önemli habere denir. İletin kimse için çok önemli olan haberdir. ‘Haber’ ise önemli veya önemsiz oluşuna bakılmaksızın iletilen her habere denir. Haber Kuran tarafından önemli olan şey olarak vurgulanır ve önemli habere ayrı bir isim verilerek ‘nebe’ denir. Eğer biri size önemli bir haber getirdiğini düşünüyorsanız önce bir durun ve düşünün der ayette. İnsanlar koşarken düşünemezler. Düşünmeleri için düşmeleri yani durmaları lazım gelir. Durup ve düşünmek, bu haberin kaynağı sahih midir, değil midir bunu anlamanın bir yoludur.  Bugün haber kartelleri aracılığı ile insanlar yoğun ve vasıfsız haber bombardımanına maruz bırakılmıştır. Habersizlikten değil haber karmaşasından insanlar adeta haber komasına girmişlerdir. Nitelikli niteliksiz her haberin aktarılması insanların zihinlerini karmaşaya maruz bırakmış ve faydasız bilgi ile meşgul etmiştir.
Vahiyle haberi kesiştiren ortak nokta nedir?
Vahiyle haberi kesiştiren ortak nokta dinin temel kavramlarının tamamının haberle, iletişimle alakalı olmasıdır. Nübüvvet, vahiy, Resul kavramları iletişim kavramlarıdır. Tabiri caizse Allah için bir meslek izafesi caiz olsaydı Allah’a en büyük iletişimci dememiz lazımdı. Bu anlamda haberin manipüle edilmemesi için Kuran mümine bir imani sorumluluk yüklüyor. Az önce belirttiğimiz ayet ‘Ey iman edenler’ ile başlar. Bu şu demektir; ‘Ey iman edenler dikkat edin! İmanınız ile ilgili bir ilke bildiriyorum size.’ Yani önemli ve nitelikli bir haber bildiriyorum. Üzerinde düşünesiniz, ona yoğunlaşasınız diye vurgu yapıyorum demektir bu. Bugün haber sadece verilmemekle veya yalan haber verilmekle manipüle edilmiyor. Bir haberi olduğundan fazla büyütürseniz onu manipüle etmiş olursunuz. Yine büyük bir haberi küçültürseniz manipüle etmiş olursunuz. Birinci sırada olması gereken haberi onuncu sıraya alırsanız manipüle etmiş olursunuz. Yani haber sadece çarpıtmak veya görmemekle manipüle edilmiyor günümüzde. Hele hele en büyük haberi kapatacak gölgeleyecek bir haber haberin en büyük manipülasyonudur.  Bu anlamda nitelik ve nicelik haberin başlıca kriterlerindendir. Kaliteli haber esas haberin önüne geçmeyen haberdir. Ezan vakti durup ezana öncelik veren haber, Allah’ın selamını haber kriterlerinden önce tutan haber esaslı haber olma niteliği kazanır.
Günümüz televizyon kanalları genellikle dünya haber parterlerinin tüketicisi konumundadırlar. Haber kartelleri ise haberi kendi filtresinden geçirdikten sonra servis yapmaktadır. Günümüz dünyasında haber masum değildir. Masum gösterilemez. Haber üzerinden insanların zihinleri iğdiş ediliyor. Boşaltılıyor. İnsanları esas gündemden kopararak sahte gündemler ile meşgul ediyor.
Söz söyleyenin neresinden çıkarsa dinleyenin orasına varır. Sözün etkisi söyleyenin ona yüklediği anlam kadardır. Bu anlamda haber söyleyenin yüreğinden çıksın ki dinleyenin yüreğine varsın diye dua edelim.
Hatice İslamoğlu Erdem haber verdi…

Eleştiri başlı başına bir sanattır. Üstelik aşılması zor bir sanattır…
Çünkü eleştirirken sanat yapmak eleştiri ahlâkı gerektiren bir ilkedir. Bu sanatı icra edecek genç yiğitlerin azlığından şikâyetçi olan ben gibiler, bu sanatı icra etmek yerine eleştiriyi sanat olmaktan çıkarıp silah olarak kullananları yıkıcı değil yapıcı bir dille eleştirmek istiyorum. Ve bu yapıcı eleştirime, nasıl eleştirilmesi gerektiğine dair birkaç madde ile başlamak istiyorum…
Eleştirecek insanda olması gereken genel geçer bir takım ilkeler vardır;
1.Ehliyet: Ciddi eleştiri ehliyetli eleştirmenin elinden çıkar. Öncelikle kişinin kendisi bu işe ehil olup olmadığını sorgulamalıdır. Taine, ‘eleştirmek hüküm vermektir.’ Der. Ele aldığı konuya hâkim olanlar verir en iyi hükmü. Eleştirmek ehliyet’in belgesi değildir. Ehilseniz eleştirmek sizin için bir sorumluluk, değilseniz susmanız sizin için bir sorumluluktur.
2.Araştırma: Üstünkörü okunan eserler eleştirmek için yeterli değildir. Her sözü olan eleştirme hakkına sahip değildir. Eleştirmen tıpkı bir arkeolog gibi kazmayı çok dikkatli vurmalı, bulguların gerçek değerini çok iyi analize etmelidir. Bir yandan kazıyı yaparken diğer yandan değerli parçaları paramparça etmemelidir. Eleştirmen, muhatabının ulaşabildiği her ürünü gözden geçirmek zorundadır. Muhatabının o bilgiye ulaşmak için gösterdiği zahmeti göze almayan bir eleştirmenin, değil muhatabını eleştirmek özeleştiri yapmaya bile hakkı olmadığının göstergesidir. Eleştiri eleştirdiğiniz tarafın emeğine saygısızlık ederek değil, emeğine değer katmak için yapılandır. Mümin ise değer verdiğine değer katandır.
3.Uyanık bir şuur: Söz büyü, sanatkâr ise büyücüdür. Söz dokunduğuna etki eder. Bu sebeple Kuran sözlerin başı, sözlerin tacıdır. Söz sanatçılarının tüm mahareti dillerinde, kalemlerindedir. Muhatabı kendisine hayran etmek için sahnede kelimeleri kullanarak numaralar yapan bir illüzyoncudur. O çarpıcı ifadelerin büyüsüne kendinizi bir kez kaptırırsanız o numarayı yuttunuz demektir. Ve tehlikede burada başlar. Eleştirmen ele aldığı kişinin çarpıcı üslubuna hayran kalmış ve asıl görmesi gerekeni görememeye başlamıştır. İfadelerin parlaklığı gözünü boyamıştır. Bu noktada eleştirmen teslim bayrağını çekmiştir. Eleştirmesi gereken metne methiye dökmeye başlamış ve bunun adını da eleştiri koymuştur. Bu oyuna gelmemek için eleştirmen uyanık ve dikkatli olmalıdır.
Eleştirmek bir hak ediş, bir hak edilmişliktir. Hakkı olan haklı eleştiri, hakkını verdiği bir eleştiri yapar. Eleştirdiğini hak eder, kazanır.
Eleştirenler üç grupta yer alır;
Düzeltmek için eleştirenler:
Sever, sevdiğinin hataya düşmesini istemez. İncitmez, eleştirdiğine önce dua eder, aktif iyidir, aktif iyiliği yayar, eleştirirken yıkmaz yapar, tüketmez üretir. Sözü incidir, kelimeler o sanatın boncukları gibi dizilir muhatabın boynuna, bir demet nasihat, bir demet gönül incisi olarak kalır orada.  Dua olarak döner gelir karşısına hesap günü geldiğinde. Hesabı kolay, sicili temiz, defteri bembeyazdır.
Başkalarının hatalarından kendi primini arttırmak için eleştirenler:
Başkasının kötü huyu onun için şenliktir. Kendine müslümandır. Herkes kötü bir kendi iyidir. Aynayı kendine doğrultmaz. Tahammülsüz, kinci, mükemmel olmadığı halde mükemmeliyetçidir. Affetmez, yargılar, yargılarken suçlar, suçladığının etini yer, yediği eti tükürmez yutar. Görünmek kılavuzu, eleştiri silahı, hatalar azığı, kendi ise küçük dağları ben yarattım yolunun yolcusudur…
Eleştirmek için eleştirenler:
Laf olsun torba dolsunculardır. İşi olmayanların mekânı, her söze bir lafı olanların ortamıdır. Lafının önü boş, arkası boştur. İki sözünden biri ‘ya öylemi’ dir. Her lafa kulak kabartır. Her söze katılır, katılmadıklarını da kaçırır. Kaçırdığı sözleri uydurarak tamamlar, tamamladığına bir senaryo bulur. Süsler, bezeler ve öyle bir hal alır ki söylediği söze kendi de inanır. Hayatının tadı tuzu eleştirileri onaylamaktır.. Tam bir soytarıdır.  Cahildir. Cahilliğini farkında değildir. Cehaletin babası olan şeytanın şakşakçısıdır. Dilinin efendisi değil, kölesidir. Eleştirirken yıkar, parçalar, meyve veren ağacı kurutur. Ondan sonra da sözü etki etmediği için hayıflanır, üzülür.
Unutmamalı ki;  'Başkalarını beğenmeyenler genellikle kimsenin beğenmediği insanlardır.’
‘O kullar ki, sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar: İşte Allah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği kimseler bunlardır ve işte onlar, akletme yetilerini kâmil manada kullananlardır.’
Zümer Suresi 18
Hatice İslamoğlu Erdem yapıcı eleştiri yaptı..




Sansür kurbanı dev bir düşünür
Roger Garaudy(Roje Garodi)bir zamanlar dünyanın en ünlü liderleri tarafından büyük taltiflerle kabul edilirdi.Stalin’den Mao’suna kadar astığı astık kestiği kestik komünist diktatörler bile onunla görüşmek ve görüşlerini almak için adeta can atarlardı.De Gaulle’ünden tutun büyük ülkelerin bütün liderleri,siyaset,sanat,güzel sanatlar,kültür,bilim ve fikir dallarında sivrilmiş,dünyaca tanınmış bütün şöhretler…Aragon’undan Maurice Bejart’ına,Gaston Bochelard ve François Maurice Bejart’ına,Gaston Bachelard ve François Mauriac’tan,Paul Claudel’ine değin en kalbur üstü ünlüler kendisine hürmette kusur etmezlerdi.
Yazdığı her eser fırtınalar koparırdı.Piyasaya çıkar çıkmaz kapışılır ve düzinelerce dile çevrilirdi.
Hem felsefeci,hem estetikçi,hem şair,hem yazar,hem üniversite hocası,hem de siyasetçi olan bu büyük zat,yazdıklarıyla pek çok alanı kucakladığı için her kesimden,her akımdan her kişinin dikkatini çekerdi.
Dünyanın sayılı gazeteleri,en güçlü televizyon kanalları ve radyo istasyonları Garaudy’yi ağırlayabilmek,ağzından birkaç kelime de olsa bir demeç koparabilmek için kıran kırana yarışırlardı.
Elliden fazla esere imza atmıştı.Her biri yayınlandığında bir hâdise olmuş bir çok eser…Yazarın fikirlerinden asla taviz vermediği,kimsenin hatırı,dünya menfaati,makam ve mansıp için kalemini eğip bükmediği onca eser.Dev düşünürün yüz akı,gönül aydınlığı eserler…
Ve bir gün geldi.1982 yılında İsrail Lübnan’ı işgal edince,Le Monde gazetesinde tam sayfa zehir zemberek bir bildiri yayımlayarak bu işgali kınadı.’İki tane Yahudi öldürüldü diye 20 bin Filistinliyi nasıl öldürürsünüz?’ diye haykırdı.Milyonları arkasına topladı.
İşte o günden sonra başına gelmedik kalmadı.Avrupa ve Amerika’nın Siyonistleri,Yahudi ırkçıları toplu saldırıya geçtiler.Medyanın büyük kısmını elinde tutan bu ırkçı Siyonistler,Garaudy’yi sükût suikastına tabi tuttular.Hiçbir gazete ve dergide yazdırmadılar,hiçbir radyoda konuşturmadılar,hiçbir televizyona çıkartmadılar.Garaudy’den bahsetmeye niyetlenen medyayı susturdular.Kitaplarını satmak isteyen kitapevlerinin vitrinlerini indirdiler.Kendisini de ölümle tehdit ettiler.

Roger Garaudy’nin farkı nerede?
Onun ki fırtınalarla dolu düşünce dünyasında ve geniş bakış açılarının içinde filizlenen Müslüman öznenin varoluşu ve var olma çabası..
Yönetici, militan ve yoldaş olarak otuz yedi sene süren Fransız Komünist Partisi tecrübesi…
Antisemitizmle mücadele ederken siyonizmle de hesaplaşılması için sarf ettiği çabalar…
Batı entelijansiyası İsrail politikalarını eleştirerek dünyayı hak ve adalete çağırması nedeniyle bütün eserlerine hatta her sözüne sinsi bir sansür uygulanması…
Yazıları hala akademi dünyasında ve medyada abluka altında olması…
Suudi Arabistan'daki bir ödül töreninde; İslam'a bir elinde İncil ötekinde Marks'ın Öğretisi ile girdiğini söylemesi…
Avrupa'da Hıristiyanların dinleyici olarak katıldığı bir konferansının başlığın, ‘İslam Peygamberi hz. İsa’ olması…

Marks ve Kierkegaard arasında gidip gelen bir ruh.
Akıl ve imanın oluşturduğu bir kimya
Kimya Kuran'dı. ‘Yönümü değil cemaatimi değiştirdim’ diyordu bu yüzden. Yön, sonuçları ne olursa olsun sadece hak ve adaleti talep etmek, hayatına istikamet verecek sözün peşinde olmaktı.
Fransız komünistlerinin ruh mimarı. Hıristiyan öğrenciler birliği başkanı, maddeci bilgi teorisi sahibi, milletvekili, senatör, profesör, yüz binler oy almış cumhurbaşkanı adayı… Tüm bunları gölgede bırakan tüm bütün hepsini sıradanlaştıran hakikat: Müslüman şahsiyet.
İslam’ın kucağına düşen bir entelektüel ve işleyen cesur yürek. “İslamı seçmek çağı seçmektir. Çünkü İslamiyet bu çağın yegane dinidir. Çağın ümididir.” diyebilen aktif ve aktüel bir bilinç.
Benim kitabım Müslümanlar için değildir
Müslümanların eleştirilerinden bunalan Roger Garaudy “Benim kitabım Müslümanlar için değildir. Bunu Müslümanlara akıl vermek için değil, kendi vatandaşlarıma îslamı duyurmak için Yazdım. Bu bakımdan da asıl da, îslam bizim geleceğimizdir.” Diyerek kendini İslami davette aktif rol oynayanlar ile aynı kefeye koymayarak,mütevazi ve samimi bir duruş sergilemiştir.
Kendisine çok değiştiniz diyenlere; kişinin değişmesi varlığını devam ettirmenin bir gereği olduğunu ifade eder ve ancak aranan doğru bulunmuşsa,o zaman değişme başkalaşma değil bulunan doğruda derinleşme olacağını vurgular.

‘İsrail,Mitler ve Terör’ yaraya tuz  basan yiğit kalem..
‘İsrail,Mitler ve Terör’ kitabı ise tuz biber ekti.Bütün foyalarının ortaya döküldüğünü,bütün kirli çamaşırların meydana serildiğini gören Siyonistler çılgına döndüler.İsrail,Mitler ve Terör kitabında açık vir suç unsuru bulamayınca,sahte bir İsrail,Mitler ve Terör kitabı yayınladılar ve Fransız adaletini yanıltarak kendisini mahkûm ettirdiler.Fakat Garaudy yılmadı.Azim ve gayretle yoluna devam etti.İşte bu kitap onun hak ve hakikat üzerinde tavizsiz duruşuna gözler önüne seren bir belge niteliğindedir.
İsrail Mitler ve Terör
Bu kitap Fransa’da hiçbir yayınevi tarafından yayımlanmak istenmemiş ve yazar eserini kendi hesabına bastırmak mecburiyetinde kalmıştır.1982’de yazar İsrail siyasetini tenkit etmiş,bu tenkit 13 Temmuz 1990 tarihli lanet Gayssot Fabius kanunu tarafından yasaklanmıştır.Bu kanun Fransa’da İkinci İmparatorluk döneminin düşünce suçunu yeniden ortaya koymuş bulunuyor.Delilin,ispatın yerini baskıcı bir kanun alıyor.
Kitabun başlıklarından bir kaçı şöyle;
-‘Vaad’ efsanesi,Vaad Edilmiş Toprak mı,yoksa Fethedilmiş Toprak mı?
-Teolojik Efsaneler
-XX.Yüzyılın Efsaneleri
Niçin yasaklanmıştır? Çünkü;
Bu kitap entegrizmlere ayırdığı üç eserden biridir.
Bu eserde ucu bize dokunan 50 yıllık bir yalanın perde arkası anlatılır.
Bu eserde efsane veya mitlerin dünya siyesetini nasıl yönlendirdiği sergilenir.
Bu eserde Ortadoğu’nun terör ateşinin niçin sönmeyeceği açıklanır.
‘İslam’ın Yükseklişi ve Çökülüşü’ adlı eseri Müslüman entegrizminin merkez üssü olan Suudi Arabistan’ı gözler önüne serer.Eserde Amerika’nın Ortadoğu’yu istilasındaki hempası olan Kral Fahd’ı İslamcılığı İslam’ın bir hastalığı haline getiren ‘siyasi fahişe’ olarak takdim eder.
Roma Katolik entegrizmi hakkında  iki eseri vardır:  ’Allah’a ihtiyacımız var mı?’ adlı kitabı Pazar tektanrıcılığına karşı yazılmıştır.
‘Bir din savaşına doğru mu?’ bu eserlerin ikincisidir.
Üçlü çalışmasının üçüncü kitabı olan ‘İsrail Politakısnın Kurucu Efsaneleri’ ise,İsrail’in Allah’ın yerine İsrail devletini koymaktan ibaret olan politik Siyonizmin sapmasını sergiliyor.Bu haliyle İsrail devleti dünyanın geçici efendilerinin,yani Batı tipi büyümenin temel taşı olan Ortadoğu petrollerini sahiplenme gayesi güden Amerika Birleşik Devletleri’nin batmayan nükleer uçak gemisi konumundadır.

Garaudy Vakfı Endülüs’te ne yapar?
Torre de la Calahorra (Halen, Roger Garaudy Vakfı'nın organize ettiği "Yaşayan Endülüs" adlı bir  tarih müzesidir.)
Garaudy Müslüman olduktan sonra İslam'ın medeniyet seviyesini daha iyi anlatabilmek için bir vakıf kurmuş, "Roger Garaudy Foundation", ve ‘İspanya' kültür bakanlığının da izniyle bu kulenin iç dekorasyonunu Müslüman İspanya medeniyetini ziyaretçilerine en iyi anlatacak estetik ve teknik özellikte düzenlemiş.Bu vakıf halen ayakta olup Kurtuba’da kendisini ziyaret edenlere namaz kılacak bir yer dahi olmayan Endülüs’te namaz imkanı sunuyor. Vakfın hanımlarının kendi elleriyle ürettikleri kermes ürünlerinden alanlar vakfın hayır çalışmalarına katkıda bulma ve sizi kapıda güler yüzü ile karşılayacak olan Garaudy’nin  hanımı ile tatlı ve  hoş sohbet imkanı sunuyor…
Endülüs’e yolu düşenler ‘Garaudy Vakfı’nı mutlaka görmeli.

Hatice İslamoğlu Erdem  Garaudy bir davanın adıdır dedi…

22 Ocak 2012 Pazar

Ürdün’de gizli bir hazine; Şuayb el-Arnavut





Ürdün’de gizli bir hazine; Şuayb el-Arnavut
Şuayb bin muharrem el-Arnavut , 1928 Şam doğumlu, seksen yaşında, orta boylu, hafif topluca, beyaz tenli biri… yüzüne bakınca Arap olmadığı belli olan dünyaca ünlü bir hadis tahkikçisi. Aslen Arnavutlu olup 1926’da babasının dini ilimleri sevgisi nedeniyle Şam’a göç etmişlerdir. Babası zamanla ilmini ispatlamış, Şam’da ilim adamlarının sevgisini kazanmıştır.Şuayb hoca Babasının gölgesi altında İslami ilimleri öğrenerek büyümüştür.Çocukluğundan itibaren temel ilmi bilgiler, onun zihin ve ruh dünyasını doldurmuş,Kuran’ın ruhuna inmek için Kuran hafızı olmuş, çocuk yaşta Arap diline dair çeşitli hocalardan nahiv,sarf,belagat ilmi almıştır.
İlim yolunda aşılan yollar;
Şuayb Arnavut hoca  Şam’ın büyük dil âlimi Şeyh Bedrettin Hasenâ’nın tedrisinde yetişmiş, kendisinden Arap diline dair ilimleri okumuştur. İbni Akîl’in Şerhi, İbni Hâcib’in kafiyesi,Zemahşeri,İbni Hişam,Cürcâni gibi alimlerin belagat kitaplarını bitirmiştir. Tüm bu ilimlerden sonra Arap diline olan vukûfiyeti artmış, Arap dilinin belagati üzerine önemli talebeler yetiştirmeye başlamıştır.Aynı zamanda birçok hocadan Fıkıh ilmi almış,Hanefi fıkhı üzerinde yoğunlaşmış,Hanefi fıkhına dair tüm detayları yedi sene içinde öğrenmiştir. Öğrendiği ilimleri Kuran ile harmanlayıp Şam’da kendine has bir üslup oluşturmuştur.
Hadis ilmine olan ilgisi;
Şuayb hoca hadis ilmini yoğunlaşıp,üzerinde tahkik derecesine geldiğinde otuz yaşındadır.Hadis ilmine olan sevgisi,onu hadislerin asıl kaynağına yönlendirmiş, hadis râvilerinden gelen nakilleri tek tek inceleyerek geliş sıhhatini,nakleden râvinin derecesini, hadis’in Kuran’la olan münasebetini araştırmıştır.Büyük hadis külliyatlarını eleyerek, günümüze daha net ve ayıklanmış hadis kaynakları bırakmıştır.
Hadis üzerine o kadar yoğunlaşmıştır ki,Arap Dili üzerine yaptığı öğretmenliği bırakarak,tüm vaktini Hadis ilmine vermiştir. Zamanla hadis tahkikçiliği alanında çığır açmış,o alanın uzman ismi haline gelmiştir. Kurduğu medresede talebeler yetiştirip,birçok ülkeye ilmi araştırmalar görevlisi olarak yollamıştır.
Hocaları;
Şuayb Arnavut hoca ilim dolu bir insandır. İlk hocası, Şeyh Nâsiruddîn Elbânî'nin babası Nuh Necâtî… Nuh Necâtî ise İstanbul'da Osmanlı medreselerinde okumuş "koyu mutaassıp" bir Hanefî… O kadar ki, namazda ellerini kaldıran Şafii bir imamın arkasında namaz kıldığında namazını iade ediyor. "Üç sene ben de onunla birlikte namazları iade ettim, ama sonra ilim öğrenince bıraktım" diyor Şuayb Arnavut hoca. Arnavutlar genelde, yapı itibariyle sert, selefiliğe müsait insanlar. Babası Hanefî ama, onda da o sert yapı fark ediliyor. Mesela, babasına oğlu Nâsıruddin Elbânî hakkındaki kanaati sorulunca, Şuayb el-Arnavut'un ifadesiyle babası aynen şöyle demiş: “Ben ona beddua etmiyorum. Ama onu hatalı görüyorum. Yaptığı doğru da olabilir, yine de imam olursa arkasında namaz kılmam!”
Elbânî hakkındaki kendi kanaatini sorduğumuzda;  Elbânî’nin ciddi anlamda fıkıh tahsil etmediğini, meşguliyet ve ihtisasının hadis olduğunu, yayımlanan fetvalarında da birçok yanlışlar olduğunu anlatır.
"Hadisler hakkındaki değerlendirmelerine itimat edebilir miyiz?" diye sorunca, Değerlendirmeleri imamlarınki ile uyuşuyorsa evet, değilse senin araştırıp kendi vardığın neticeye bakman lazım, çünkü hataları az değil diyor.  
 İkinci hocası ise Vehbi Süleymân Ğavcî el-Elbânî'nin babası Süleyman hoca… Onunla Nâsiruddin Elbânî'nin babası arkadaş. O da İstanbul medreselerinde okumuş… Hanefî… Zaten, oğlu, Şuayb hocanın da arkadaşı Vehbi Süleyman Ğavcî de, şu an hayatta, Hanefi mezhebine bağlı bir âlimdir.
Hadis kitap tahkikleri kimin elinden çıkıyor…
Mektebet’ul-İslâmiyye
1958’de Şam’da kurulan Hadis Tahkik derlemelerinin yapıldığı bir kütüphanedir. Hadisleri düzeltme ve tahkiki yirmi yıla yakın sürmüştür.Gözlem ve uzun uğraşlar sonucu İslam’ın ana kaynak literatürüne çeşitli kitaplar eklenmiştir.
1982’de Amman’da Şuayb hocanın önderliğinde Mektebet’ur-Risale  ilmi araştırmalar merkezi kurulmuştur. Geniş sayılacak bir kütüphanedir burası.. Genç araştırmacılar orada çalışmış,hadis alanında dini ilimlerden geçmiş öğrenciler olarak yetişmişlerdir.Bir çok aşamadan geçerek elimize kadar ulaşan kaynak kitapların hadis tahkikleri,Şuayb hoca ve onun ve yetiştirdiği öğrencilerin elinden bu kütüphanede çıkmaktadır.
Şuayb hoca bu kütüphanede öğrencilerine büyük bir bir hazine bırakmış,onlarla dostane bir ilişki kurmuş,talebelerine babalık yapmıştır.Kendisinin başkanlığında oluşan kurulda tüm hadis ve tefsir kaynaklarında rivayetler yeniden gözden geçirilerek ayıklamalar yapılmış,dipnotlar eklenmiştir.
Kendisini nasıl tanıdık…
Şuayb hoca dışarıdan bakınca sert mizaçlı,keskin,hocası gibi başka mezhep imamların arkasında namaz kılmayacak kadar olmasa da biraz Haneficidir. Fakat kendisini tanıdıkça bunun nedeninin içinde yetiştiği Arap toplumunun bir kalıntısı olduğu anlaşılır.
Ürdün-Amman’a ilim tahsil etmek için gittiğimde evim ve okulum arasında her gün yürüdüğümüz yarım saatlik bir yol vardı. O yol üzerinde geniş bahçeli, kalın duvarlı evler dikkatimi çeker, her geçtiğimde içlerinde kimler yaşıyor diye merak ederdim. Hadis alanında tez hazırlığı için Ürdün’e gelen bir ablamız, Şuayb el-Arnavut hocanın Ürdün’de oturduğunu,fakat adresini bilmediğini belirtti.Onun hocadan bahsetmesiyle bende Şuayb Arnavut hocayı tanıma merakı oluştu. O ana kadar ismini niye hiç duymamışım diye çok hayıflandım. Adresini araştırmaya başladık,İlahiyat bölümünde ki öğrenciler de dahil bir çok hocaya sorduk,lakin durum o kadar vahimdi ki,daha ismini söyler söylemez,’o kim ki’ diyorlardı. Şaşkınlığımızı gizleyemiyor,diplerinde olan koskoca âlimi nasıl tanımazlar diye kendi kendimize soruyorduk.Oysa biz de onlardan farklı değildik. Bir ay sonra, Şuayb hocanın evimizin iki sokak altında ki o güzel evlerden birinde, gelini ve iki torunuyla birlikte yaşadığını öğrendik. Ziyaretine gittik,misafiri olduk. Zamanla aramızda hoca öğrenci ilişkisinden çok, baba evlat ilişkisi gelişti.Torunları bizi ev hanesinden biri gibi görüyorlardı. Hocayı çok seviyor,onun dersine can atarak gidiyorduk. Ailelerimizin yakın olmamasından ötürü bize baba gibi sahip çıkar,sofrasını paylaşır,çayını bizimle içerdi.Eşi rahatsızdı Şuayb hocanın.Bundan dolayı evde mutfak işini kendi yapar,yemeklerini kendi hazırlardı.Düzenli,tertemiz bir evi vardı. Seksen yaşında bir âlim için gördüğüm bu manzara çok şaşırtıcıydı.
Hocayı her hafta iki kez ziyaret edip,birlikte hadis dersleri yapmaya başladık.Kendisinden Hadis tahkiki hakkında derin bilgiler alır, aynı zamanda Arap ve Arnavut kültürü ile Türk kültürünü karşılaştırıp değerlendirirdik.Çok derin bir hadis bilgisi vardı Şuayb Arnavut hocanın.
Bir Arnavut’un mutfağında misafir olmak…
Mutfağında on iki çeşit, kendi eliyle kurduğu zeytinler,reçeller çok dikkatimi çekmişti.Yaşına rağmen her işiyle kendi meşgul oluyordu. Utanarak ifade edeyim ki,daha önce hiç denemediğim ev yapımı Arnavut böreği ve Şam usulü içli köfte yapmayı kendisi öğretti bana.Birlikte yaptığımız her dersin sonunda,onların meşhur içi hurmalı kurabiyeleri olan ‘Ma’mul’  ile arap usulü ‘mırra’ veya çay ikram ederdi. Sofrasını veya çayını reddetmek onu çok kızdırırdı. Bizi yolcu etmek için kapıya kadar gelir,mutfağından bir poşet dolusu meyveyi verir, ’her akşam yiyip öyle yatın,yoksa hastalanırsınız’ derdi.Yine bir derste ‘yüzün sapsarı kesilmiş senin, sana bir ilaç yapalım’ diyerek bir hafta hurma pekmezi içirmişti bana. Şuayb hocanın göstermiş olduğu misafirperverlik ve iyilik hayatım boyunca unutamayacağım bir âlim portresi çizdi gözümde. -Babam dışında tabi ki –
İlminin derinliği kendisine zerre kadar gurur ve kibir vermemişti.
İlminin güzelliği, bilgisinden ziyade onda mütevazilik ve misafirperverlik olarak yansıyordu. İlim yolcusu olan tüm talebelere evladı gibi muamele eder,onların sağlıklarını kendi sağlığı gibi önemserdi.Hafızasında binlerce hadis ve şiir vardı. Her derste bir bölüm okur,onu şerh ederdi. Kendisinin ilkokul medresesindeyken ezberlemiş olduğu, İbn Malik’in bin beyitlik Arap Gramerine dair şiirlerden oluşan kitabı bugün hala hatırındaydı. Bir çok talebeye burs ve harçlık verir,okul giderlerini,ihtiyaçlarını görürdü.Umre’ye,Hacc’a talebe gönderir ve karşılığında sadece okumaya yönlendirirdi.
İki güzel insan, hoş sohbet; Üstad Şuayb Arnavut,babam Mustafa İslamoğlu
Nasıl mı oldu?
 Şüphesiz Şuayb hoca ile yapılan en güzel dersler içinde vahyin anıldığı derslerdir.Onun tatlı sohbeti,hoş uslûbu bir de babam hakkında soruları da olunca ders saati akşamı bulurdu..
Yine bir tefsir dersinde iken yaptığım yorumlardan birine, hocam Şuayb Arnavut, ‘sen tefsir bölümü mü okudun?’ diye sorar.’Hayır benim babam Müfessirdir.Ben Kuran’ın talebesi onun açtığı yolun yolcusuyum’ diyerek yorumlarımın babama ait olduğunu dile getirdim. Şuayb hocam, farklı ve güzel yorumların sahibini oldukça merak ederek, ‘bir gün babanla tanışmak isterim’ dedi.Birkaç gün sonra babamla kendisini telefonda görüştüreceğimi söyledim. Aradık. Telefonda karşılıklı görüşmeleri oldu. ‘Ya Şeyh’ diyerek uzun bir sohbete başladılar. Karşılıklı dua ve selamlarla vedalaştılar. Onlar orada vedalaşırken asıl muhabbet ondan sonra başlıyordu. Şuayb hoca her dersimizde, ‘baban bu konuda ne düşünüyor’ diyerek onun fikri inşasını merak ediyor,ilmi kritikler yapıyordu bizimle.
İstanbul’a döndüğümde babam,  Şuayb hoca ile ilgili haberleri alıyor. ‘Kızım sakın eteğini bırakmayın. Sık sık gidin ziyaret edin,o çok değerli bir zat’ diyordu.O bizim için bir lütuftu.  
Daha önce bize elma soyan,kendi elleriyle börek yapan,eve dönüş paramızı zorla cebimize koyan,para verip ailelerimize zorla tatlı aldıran,hediyelerini reddettiğimizde hiddetlenen, -babam dışında- böyle değerli bir hocam olmamıştı.Babamın bir ikinci örneği gibiydi Şuayb hocam.  Kendisini tanıdıkça ahlak ve erdem temsili örnekliği ile hayatımı ne kadar kuşattığını fark etmiş, asıl yüceliğin bilgi sahibi olmak olmadığını onu tanıdıkça öğrenmiştim.
Şuayb hoca Türkleri çok sever,Osmanlı’ya çok değer verirdi.
 Her çeşit ilme saygısı vardı. Arapçılık yapmaz,taassupçuluğu sevmezdi. Kütüphanesi onun için her şeydi.Kitaplarla her daim haşır neşir olur, onları hediye etmeyi çok severdi. Türkiye’ye dönerken bana Kurtubi’nin Tefsirinden,Zad’ul-Meâd’a kadar bir sürü kitap vermiş,kendisine nasıl teşekkür edeceğimi sorduğumda onları okuyup , babama selamını ileterek teşekkür edebileceğimi söylemişti.
Kadınların ilmi konularda kendilerini yetiştirmesine çok önem verir,anneler sorumluluklarını aksatmadığı sürece çocukların buna bahane olmayacağını söylerdi. ‘Ülkemiz de başörtüsü problemi var’ dediğimiz de bize; ‘ne olursa olsun okuyun,burada veya başka yerde kendinizi yetiştirin’ derdi. Türkiye’ye döneceğimizi duyduğunda üzülmüş,ısrarla orada kalmamızı, yüksek tahsil yapmamızı istemişti. Şuayb Arnavut  hoca bu nesil gençlik için örnek alınması gereken bir şahsiyettir. Fazileti,cömertliği ve saygınlığı küçük büyük herkese örnektir.
İbni Mesud’a ilim nedir diye sorulduğunda; ‘ilim çok hadis nakletmek,çok malumat sahibi olmak değil, ilim haşyet sahibi olmaktır..’ demiş. Bugünün âlim tarifi, Şuayb Arnavut hoca üzerinden bir kez daha yenilenmelidir. O çocukluğunda hayalini kurduğu ilim dolu bir kütüphaneye sahip olmuş,tüm İslam âlemini ilmiyle zenginleştirmiştir.
Üzerinde tahkik yaptığı kitaplar şunlardır;
Mektebet’ul-İslâmiye’de yayınlananlar:*
-Şerhu’s-Sunne, Beğavi-16 cilt
-Ravdatu’t-Talibin, Nevevi, Abdulkadir Arnavut ile birlikte-12 cilt
-Muhezzeb el-Eğânî, İbn Manzur-12 cilt
-El-Mubdi’ fî şerhi’l-Mukni’, İbn Muflih el-Hanbeli-10 cilt
-Zadu’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, İbn Cevzi, Abdulkadir Arnavut ile birlikte-9 cilt
-Metalibu Uli’n-Nuha fi Şerhi Ğayeti’l-Munteha, Ruhaybani, müşterek- 6 cilt
-El-Kâfi fi fıkhı’l-İmam el-Mubeccel Ahmed b. Hanbel, İbn Kudame, müşterek- 3 cilt
-Menaru’s-Sebil fi Şerhi’d-Delil, İbn Davyan- 2 cilt
-El-Menazil ve’t-Teyyar, Usâme b. Munkız- 1 cilt
-Musnedu Ebi Bekr, Mervezi-1 cilt

Muessesetu’r-Risale’de yayınlananlar:

-Siyeru A’lami’n-Nubela, Zehebi- 25 cilt
-El-İhsan fi Takribi Sahihi ibn Hibban, Bi-Tertibi’l-Emir Alauddin Faris – 18 cilt
-Sunenu’n-Nesai el-Kubra, Hasan Çelebi ile birlikte – 12 cilt
-El-Avasım ve’l-Kavasım fi’z-zebbi an sunneti ebi’l-kasım, İbn Vezir- 9 cilt
-Sunenu’t-Tirmizi- 6 cilt
-Sunenu’d-Darakutni, Hasan Çelebi ile birlikte- 5 cilt
-Zadu’l-Mead fi Hadyi Hayri’l-İbad, İbn Kayyım, Abdulkadir ile birlikte- 5 cilt
-Tarihu’l-İslam, Zehebi, Dr. Beşşar Avad Ma’ruf ile birlikte, sadece 4 cildi yayınlandı
-Et-Ta’liku’l-Mumecced Şerhu Muvattai Muhammed, Ebu’l-Hasenat el-Leknevi – 4 cilt
-Musnedu7l-İmam Ahmed, 50 cilt olarak yayınlanan el-Mevsuatu’l-Hadisiyye el-Kübra içerisinde, -Muessesetu’r-Risale üstadın önderliğinde yayınlamayı planlıyor.
-El-Adabu’ş-Şeriyye ve’l-Men’u’l-Meriyye, İbn Muflih el-Hanbeli, Ömer Hasan el-Kayyam ile birlikte-4 cilt
-Tabakatu’l-Kurra, ez-Zehebi, Dr. Beşşar Maruf ile birlikte – 2 cilt
-Mevaridu’-z-Zam’ân bi-zevâidi Sahih-i İbn Hibban, Heysemi, Rıdvan Araksûsî ile birlikte – 2 cilt
-Şerhu’l-Akide et-Tahaviyye, İbn Ebi’l-İzz, Dr. Abdullah et-Türki ile birlikte – 2 cilt
-Riyadu’s-Salihin, Nevevi – 1 cilt
-El-Merasîl, Ebu Davud- 1 cilt

Allah Şuayb hocamız ve onun gibi ilim yolunda ömrünü kurban edenlerden Razı olsun.
Hatice İslamoğlu Erdem
*[1] Tahkikler Arapçadan Latince’ye Mustafa İslamoğlu tarafından çevrilmiştir.