18 Şubat 2012 Cumartesi


Bu ne güzellik! Ne güzellik…
Abdullah bin Ubeyy, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) döneminde en etkili münafık  Ona münafıkların başı denirdi. Düşmanlıkta, bozgunculukta sınırları zorluyordu.  Abdullah bin Ubeyy bir gün ölüm döşeğine uzanır. Ölmeden önce de Peygamberimizin gömleğini ister. ‘Peygamberin tenine dokunan gömleğini bana giydirin beni böyle gömün, belki bu gömleğin hatırına Allah beni affeder’ der. Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün arkadaşlarının itirazına rağmen gömleğini Abdullah bin Ubeyy'e göndermek ister. Neticede Abdullah'ı gömerler. Bundan sonra insanları derinden sarsan bir gelişme meydana gelir. Hz. Peygamber (s.a.v.) gömülen bu meşhur münafığın -azılı düşmanın- mezarına gelir. Ve mezarının kazılmasını emreder. Mezar kazılır. Hz. Peygamber mezardan çıkarttığı Abdullah bin Ubeyy'i kendi dizinin üzerine yatırır. Sonra kendi gömleğini sırtından çıkarıp ölmüş olan Abdullah'a giydirir. Cesedin üzerine eğilir ve yüzüne doğru üfürür. (Buhari, hadis: 1285) sonra da başını kaldırır ve şöyle sorar: "Yok mu bu adamın bir iyiliği, yok mu bu adam hakkında iyi bir şeyler söyleyecek biri." Sonra da gömülmesini emreder. 
Bu olay Medine'yi derinden etkiler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatı boyunca kendisini yok etmeye çalışmış, fitneye endekslemiş bir azılı düşmanına yapar bu iyiliği, bu jesti.
 Bütün çirkinliklerin içinde dahi güzelliği keşfedebilen nebinin bakışı kadar güzel bir bakışa sahip olabilmek…
 Aynı bakıştan mahrum oluşumuzun sebebi bakışlarımızdaki yamukluktan mı, yoksa bakılacak değerlerin güzel yanlarının olmayışından mıdır? Yamukluk tasavvurda başlar önce, sonra zihinlerde, sonra yüreklerde. Derken bir bakmışsın bütün bedenini kaplamış ve içine çer çöp karışmış bir nehrin akışı gibi suyun berraklığından eser kalmamış.
 Bir şeyin çirkinliği veya güzelliği bakan kişinin tasavvurundaki güzel ve çirkin tanımından ibarettir. Mutlak güzellik, güzelliğin kaynağı Cemal olan Allah, mutlak güzelliğin üretildiği tek merkez ise Cennettir. Dünyayı cennete çevirme arzusu bir ütopyadır. Müslüman, ya bu ütopya ile bir ömür pasif iyi olarak yaşamını sürecek, ya da bakışını cennete çevirerek işe başlayacaktır. Her şeyden şikâyetçi olduğumuz, medyanın, modanın, vitrinlerin cezbinden kendimizi alamadığımız bu modern çağda, ya yola bırakılan ekmek kırıntılarını yiyen koyun sürüsünden uysal başlı bir koyun olacağız. Ya da iç devrimini gerçekleştirmiş, çağın baskılarından kurtulmuş, onların gösterdiklerini değil, görmemiz gerekeni görebilecek bir basirete sahip olacağız. Seçim kulda, kulun kendi iç dünyasındaki çalkantıların arasında sinip kalmış beden devriminin öncüsü olan kalptedir.
Bakılacak bir güzelliğin kalmadığı bir dünyada bakışlarımızın kirlenmesinden şikâyetçi olmak, sorunun çözümüne dayalı bir yaklaşım değildir. Geride güzel bir bakış bırakmak isteyenler, zehirli oklarını bakış tasavvurumuza fırlatarak bakışlarımızın fıtratını bozan batının tuzağını fark etmeli ve modern çağın canavarlarına karşı teyakkuzda olmalıdır.
 ‘O,bakışlarda saklı ihaneti ve yüreklerin gizlediğini şeyleri bilir.’ 40/19
Modern çağın dayattığı bakış felsefesi  ‘Çekici ve cezbedici olan güzeldir’  başlığı altında tanım bulmuştur. Çekiciliği görüntüye, görüntüyü modaya, modayı ahlaksız olana indirgeyen bir zihniyetin ürünü olan bakış felsefesinin kaynağı hakikat olan vahiy değil, birilerinin bile isteye ümmetin kanına enjekte ettiği gayri ahlaki ilkelerdir.
Önce zihinlerdeki güzel tasavvurunun nasıl yamulduğundan başlayalım.

Çekici ve cezbedici olan güzeldir, ya da güzel olmaya mahkumdur.
Genleri ile oynanmış sebzeler, meyveler ve insanlar. Yapay gıdalar, suni besinler, suni duygular ile beslenmiş gün geçtikçe hormonlaştırılan bir nesil. Bu felsefenin mantığı sadece çekici olan güzeldir ilkesine dayalıdır. Ele geçirdiği avını, ‘Ruhuna hoş gelen değil, nefsine hoş geleni yap. Nefsinin sevdiğini ye, iç, eğlen. Güzel olan haz duyduğundur. Hazzını doyur, hızın kesilmesin.’ diyerek avutur. Her şeyin bir kalıbı vardır. Meyvenin iyisi renksiz, solgun, kurtlu, eğri olanı değil, iri, düzgün, canlı ve parlak olanıdır. Yemeğin iyisi tadı ve kokusu topraktan çıkan değil, fabrikasyon dumanları arasında, renkli ambalajların içinde yenmeyi bekleyen geçici haz veren küçük hazcıklardır. Kadının güzeli, belirtilen kalıpların içine girebilendir. Orada esmere, sıskaya, karaya, kuruya yer yoktur. Ölçü malumdur, bellidir. Standartların dışına çıkan ‘made in modernizm’ damgasının dışında kalmıştır. Dedelerimizin giydiği, yediği, yaptığı güzellikler, köhne, eski, çirkin ve geride kalmıştır.
Güzelin standartlarını ve sınırlarını başkalarının belirlediği bir dünyada o standartlar içine girebilmek için ne çok çaba sarf ediyoruz kim bilir. Dedelerimizin yemediğini yemek, giymediğini giymek, sevmediğini sevmek zorundaymışız gibi, dayatılan modern baskıya tabi olmak acı bir gerçek. Dedesinin, nenesinin yediğini yiyenler, kendini utanç timsali bir hareket yapmış gibi hissediyor. Geçmişten utanan nesiller geçmişin gark olmadığı hastalıkların, mantalitelerin sahibi olmaya mahkûm oluyor. Bugün, geri kalmışlığı geçmişte kalmak, geçmişi yaka silker gibi silkelemek diye ifade edenler, geçmişin ekmeğini yiyorlar. Güzelliğin bir miras olarak aktarıldığı nesillerin torunları bizler, torunlarımıza bırakılacak bir güzellik üretmiyoruz. Güzelin içini boşalttıkları şu zamanda gençlik felsefesi, ‘ben güzele güzel demem, çirkin güzel olmayınca’ mantığında ilerliyor. Geçiciyi kalıcıya, anlık mutluluğu ebedi saadete, hazzı hayra tercih edenler ebedi güzelliğin değil, dünyevi hazzın ekmeğini yemeye mahkûm olurlar.
Yeni kuşak gençliğin bakışında yatan ‘güzel’ tanımının, dejenere edilmiş hallerinden birkaç madde ile yazımızı sonlandıralım.
Modern gençliğin güzellikleri;
Güzel anne: hataları değil, güzellikleri söyleyendir. Kızını değil, dizini dövendir. Güzel baba, gencin hayatına müdahil olmayandır. İyi bir ebeveyn ‘hayat bir kere yaşanır, sınırsızca yaşa!’ felsefesi üzerine çocuklarını serbest bırakan ailedir.
Güzel arkadaş: kusursuz olandır. Elinden, dilinden emin olmadığın halde görüntüsüne aldandığındır. Yanında değil karşında olandır. Her sözünü destekleyen, seni kötü pozisyona sokabilecek her durum karşısında köpek olup önünde yatabilecek olandır.
Güzel öğretmen: hak etmediğin notu veren, her sözünü alkışlayan, arkanda sırtını dayayabileceğin ruhsuz bir kolon gibidir. Eski öğretmenler gibi bana bir harf öğretti diye kırk yıl mihnet altında kölesi olacağın değil, çok konuşmayıp da kısa kestiği için en sevdiğin olabilendir. Sana haddini bildiren değil, haddini bilendir.
Güzel yiyecek: damağına taptığın kadar değer verdiğindir. Damağının sevdiğini yediğin, doyduğunda kalanını yemek için çaba sarf etmediğin, canının çektiği anda elinin altına girebilendir. Kolay ve emeksiz olandır. Güzel aşçı, kırk yıllık hatırına katlanmayacağın bir fincan kahvesi olan değil, iki kuruşa alabileceğin büyük boy kola yanında bir dilim pastası olandır.
Güzel kıyafet: seni daha çekici, daha zayıf, daha havalı, daha modern gösterendir. Vücudun elbiseye, ayakların ayakkabıya göre şekil aldığı kıyafettir. En güzeli ise, içinde seni olmak istediğin öteki kişilik kadar cazip gösterendir. Öteki olduğun kadar güzelsindir. Çünkü herkesçe bilinen bir gerçektir ki, kısa manken, şişman model, siyah artist olmaz. 
Güzel Allah: hayata müdahil olmayan, iradeyi yaratan ve geri çekilendir. Bir yılın günahını kadir gecesinde, bir ömrün günahını, yaşlanınca hacca gider anadan doğmuş gibi olursun mantığı ile hareket edendir. Uzak Allah güzel Allah’tır. Ne zaman yakın olur, o zaman güzel olmaktan çıkar.
Modern birey özgür hareket alanına bir başkasının müdahil olmasından hoşlanmayandır.
Ya bizim güzellerimiz…
Güzellik kalıcı olandır. Ruh güzeldir, cennet güzeldir. Ruhunu besleyen, onu güzelleştiren, güzelliğini merkezi olan cennette kalıcı olmaya adaydır.
Peki, kafamızı bulandıran bunca çirkinliğin içinde güzeli göremiyorsak bunun müsebbibi kimdir? Şahsiyetli müminin güzel tasavvuru nasıl olmalıdır?
Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah…

Hatice İslamoğlu Erdem



6 Şubat 2012 Pazartesi





Greglo,ölümsüz ilmiği ömrümün..

Greglo…
ölürken bile sancısını çekeceksin hesapsız hayallerinin..
Yaşarken bir ölüyü sevmenin sancısını çektiğin gibi..

En kötü zaman daha kötüsünü yaşayana kadarmış. Bunu zaman içinden öğrendim.
Senin ölümünün aslında bir doğum olduğunu, tüm nedenlerin tek bir nedene bağlı olduğunu çok sonra fark edecektim.
Tüm zamanların içinde bir tek zamana mahkum olmak neden kusursuz gibi görünür gözlere.
Anı mutlaklaştırmak bir ömrü bir an için yok etmek değil midir aslında. Tüm öğretilerin yalan olduğunu bir tek doğruyla yok etmek kadar tüm duyguların içinde bir duyguda kendini mahkûm etmek arasında ne fark vardır, kendine zulümden başka.
Çare ellerinde, senin uzaklığın kadar yakınlaşan ruhundaydı.
Çare sonsuz nurun arkasındaki göremediğimiz sırda
sır herkesin kendi tabağındaydı..

Her dağın, her çölün ve her denizin arkasında görünmeyen bir durgunluk vardır.
Rüzgarın ellerine bıraktığı etki kadardır benim sende ki yansımam,
Güneşin batarken ufka vurduğu kızıllık kadar kısa,güzel,geçici..
Bil ki o rüzgarın ardında ki fırtına benim.
Benim o dağın arkasındaki esen yel,bora, kara rüzgar,tüm yılkı atların ardından koşan ben..
geceye yıldız yıldız yağan, gözlerine inen buğu yine benim.
Çölde serap diye gördüğün, yüzüne vuran ince kum tanelerindeki soluğun, başını çevirdiğin her tepenin ardında duyduğun, on minarenin ardındaki kayalıklarda saçına değen rüzgar benim.
Ertesi sabahın bitimine kadar..  Gözlerinde ki perde ve son kapanış ben olacağım.
Bilecek ve öyle dalacaksın uykuya..
bensizliğin değil, kendi varlığını benliğime bağladığın dünyanda uyanacaksın uykundan.
Her şeyin bir hayalden öte olmadığını bile bile dokunmak için ellerini uzatacaksın saçlarıma..
benden geriye son bir tel hatıra kalacak sana, dokunduğun tüm boşluklar…
En son uyuduğun uyku hayata gözlerini açmış bebeğin uykusu kadar derin, nefesi kadar taze olacak.
Yüzün ak, gönlün aydın, mutluluk diyarı gönül bahçen olacak..
Yada ben öyle olmasını isteyeceğim, tüm bunlara layık olmadığın söylense de..
Bilmelisin ki en son uykuların cennetini içinde taşıyan dualarım kadar yakın sana.
Aklıma düşen her bir düşünce, bir kelime, bir söz, bir keşke, bir hatıra, bir affediş kadar yakın..
ölümün yeniden doğuş, ölümün Hanne’nin sancısının meyvesi kadar taze, diri, tertemiz bir başlangıcın habercisi.
Ölümün temiz bir soluk, taze bir bakış, duru bir sevgi gibi..
Ölümün herkese uzak, bana yakın..

Ey aklını kalbinin elinde yoğuran ana
Bırak toplanmasın sağanak sağanak yağan duyguların
Beraberlik..ölüm kanatlarını çırptığında vuku bulacaktır.
Senin beraberlik dediğin sana bağ olmayacaktır.
Arkanda ayaklarını çeken sorumlulukların, kalbine vurulan prangalar, yakınlaştıkça geri dönmeni sağlayan tüm yeminlerin..verilmiş sözlerin..
O gün tertemiz geleceğini bilsem karşıma..
Pâyupak bir köşesini mutlaka bulurdum siyah menekşelerin.
Bu kez koparılmayı isteyen bir çiçek gibi ellerine dolanmayı bekler,
Sana bir değil, bin menekşe sunardım, papatyalarına karşılık
Yüzüm dönük, başım dik ve mağrur dururdum iki delikten ibaret olmadığını bildiğim gözlerinin karşısında.

Yol ve menzil,
Bağırgan dizeler!
Bağrıma sığacak kadar yalnızlık biriktirdiniz, aklıma sığacak kadar uzaklık
Tıpkı bir papatyanın yaprakları gibi aynı rüzgarla uçuşup ayrı şarkılar söyleyeceğiz beraberliğin imkansızlığını bildiğim gibi, biliyorum bunu.
Senin beraberlik dediğin, bir bedende iki kalbin atışı kadar anlamsız bir duygu.
Okyanus balıkları ve sarı zambak.. aynı sudan beslenmez..
Menekşeler dört mevsim soğuğa dayanmaz..
Her şey değişse de hayatında
Tebessüm çiçeklerin solmaz!
Bilesin bunu…

Hatice İslamoğlu Erdem

Âkif’i tanımak,onun Safahat’ını okumaktan geçer.Safahat’ı baştan sona bir kere okumak yetmez. O bir başucu kitabıdır. O bir şiir kitabı değil,fikir eseridir. Bu eserde,milletimizin,ümmetimizin,tarihi yükselişi ve düşüşü,bunun sebepleri,fert ve cemiyet olarak tahlili,zekâsı,nüktesi,edebiyatı,şehri,sokağı,evi,âilesi,acıları ve sevinçleri vardır.





‘Âsım’ın nesli’ Akif’in nesi olur?
Bu ümmetin,her meslek erbabından olmak üzere,Âkif gibi,İslâm ahlâkıyla yaşayan,samimi,mert,korkusuz aydınlara ihtiyacı vardır.Böyle bir ahlâkla yetişmiş fikir adamlarına ve din âlimlerine olan ihtiyacımız,her şeyin üstündedir.Elzemdir.
Sezai Karakoç, ‘Büyük insanların ölümleri bir bakıma doğuşlarıdır.’ der. Onların doğumları uzun sürer.Bütün bir hayat onlar için doğumdur. Çektikleri çile bir ömür süren bir doğum sancısıdır.Ne zaman ki ölürler,işte o zaman tam doğmuş olurlar.Sonra yüzyıllar içinde serpilip gelişeceklerdir.Bir çağda rüşte erecekler,bir çağda delikanlıdırlar,bir çağda olgunlaşırlar,bir çağda da iyice yaşlanırlar..
İşte Âkif gibi yiğitler bu çağın ve her çağın yaşayan canlı tanıklarıdır. Onların ahlâkı toplumun ahlâkıdır. Onların kalemi toplumun sesi,ümmetin nefesidir.
Âkif’i tanımanın bir başka yolu da onu sevenlerin ve Âkif uzmanı olmuş şahsiyetlerin çalışmalarını okumaktır. İşte M.Ertuğrul Düzdağ hocamız onlardan biridir. Ömrünü Âkif hakkında araştırmalara vermiştir. Kendisi aynı zamanda Mehmet Âkif’in hayatı,eserleri,fikirleri,çevresi hakkında gerekli araştırmaları yapmak,yaptırmak ve bu suretle milli kültürümüze ve fikir hayatımıza faydalı olmak amacıyla kurulmuş olan ‘Mehmed Âkif Araştırmalar Merkezi’nin kurucularından biridir.
‘Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları’ndan çıkan ‘Mehmet Âkif Hakkında Araştırmalar’ kitabı üç cilt olup,  M.Ertuğrul Düzdağ hocanın kaleminden çıkmış kaynak eserlerden biridir.
Âkif portresi,okuyanın kalbinde modellik çizgisinin başına oturur.Kitapta ki bu başarı ve sade dil yazarın emeğinin bir ürünüdür.Yazar 1972’den bu yana geçen otuz sekiz sene zarfında yakın tarihle meşguliyetinden dolayı Âkif’in yaşadığı zamana ait birçok eser okumuş,Âkif’e dair yazılmış kitapların hemen hemen hepsini görmüştür.Sebilürreşad dergisinin 641 sayısını da gözden geçirmiş ve Âkif’in oradaki yazılarını neşre hazırlamıştır. Safahat’ı çeşitli vesilelerle elli defadan fazla okuduktan sonra anlamaya başladığını  tüm samimiyetiyle itiraf etmiştir.
 ‘Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar’ın birinci kitabı;  1936 Haziran’ında Mısır’dan Türkiye’ye döndükten sonra eski dostlarından olan Nevzad Ayas’ın  Âkif’le yapılmış mülâkatı ile başlamaktadır. Âkif’in ailesi,yakın çevresi,tahsili ve mesajları ile ilgili geniş ve taze bilgiler içerir.
Nasıl bir aile yetiştirmiştir onu. Kitabın bu bölümünde onu yakından tanımaya bir adım daha yaklaştıracak olan aile ailesi ön plana çıkar. ’Mehmed Âkif’i yetiştiren aile’ tanıtılarak, ancak ahlak timsali olan böyle bir babanın, Âkif gibi bir evlat yetiştirebileceği söylenir. Onların ailevi ilişkileri üzerinden topluma mesajlar verilip, hocaları ve arkadaşları üzerinden tesirli menkıbeler anlatılır.

‘İslam âilesi yıkılırsa milletimizin bin yıldır yaşadığı bu büyük aile de yıkılacaktır. Mehmet Âkif bunlara şiddetle karşı çıkar.‘Biz gâyesiz bir fikir ile her şeyi yıktık.Yıkılmayan bir âile kaldı..Yıkılan müesseseleri,sebât edip ciddi çalışırsak,tâmir edebiliriz.Fakat,Allah korusun,eğer âile yıkılırsa,kat’iyyen bir daha düzeltilemez.Düzeltilir diyenin,hayan kadar aklı yoktur.Ve bu inkilâbı ,isteyenin eline de sonunda kötü bir sıfattan başka bir şey geçmez.’der.

Sözünün eri adam..
Onun gençlere örnek olacak bu sarsılmaz şahsiyeti yapan özelliklerinden biri sözünün eri olmasıdır. Bu başlık ile Âkif’in modelliği ele alınır.
Âkif’e göre insanın kıymeti ‘söz’üne verdiği değerden belli olur.Sözünde durmayanlara insan gözüyle bakmaz. Bir arkadaşı kendisini hava yağmurlu olduğu için bekletince; ’Bir söz,ya ölüm,yahut ona yakın bir felâkette yerine getirilmezse,ancak o zaman mâzur görülebilir.’ diyerek, onunla altı ay küs kalmıştır.
Yine aynı bölümde Âkif;  ‘Müslümanın diyen fertlerin Müslümanca yaşamaları,onların bulundukları yer Müslümanca idare olunmalı ve bütün dünyadaki Müslümanlar kardeş olmalı…ki bu kuvvetler,kudretler,paralar,silahlar bir işe yarasın’ diyerek birlik ve beraberlik ilacını ümmetin hastalıklı kalplerine şifa olarak dağıtır. Müslüman olmanın ciddiyetinden bahsederken,İslam’ın ciddiyet ve samimiyet dini olduğunu vurgular.

Nasıl bir gençlik..

‘Gençlere Hitab’ başlığı altında nasıl bir gençlik hayal ettiğini ifade eden Âkif’in zihin dünyasında model gençlik olan  ‘Âsım’ oluşur. Safahat’ta yer alan ‘Âsım’ şiiri üzerinden Âkif gençlere nasihatler ederek, onların ruh dünyalarında derin çığırlar açmıştır.


Âkif’e göre Âsım gençliğinin ruh yapısı;
-iman eden, bütün gayretiyle çalışan, sonunda eline geçeni hoşnutlukla karşılayandır.
-Tembellik, hazıra konmak, hırs ve kıskançlığın kendisinden uzak olduğu kişidir.
- Bir milletin yükselmesi ve geleceğini kurtarması için, gençlerin iki kudrete sahip olmaları lazımdır. Bilgi  ve ahlak. Bu ikisini elde etmek için çabalayan kişidir.
-İslâm ahlakını Batı fennine harmanlayarak ilme maya çalandır.
-İlk ve hakiki düşmanımızın cehâlet olduğunu bilendir.
-Âsım genci en son ilmi gelişmeleri takip edip öğrenmeye gayret gösterendir.
- Yeise ve ümitsizliğe düşmeyendir. Son nefesini kadar azimli ve mücadeleci adamdır.
-Ölüler dini değil, diriler dini olan İslam’a kucak açan, İslam’ı kucaklayandır.
-Bütün zaman ve insanları kucaklayan bir ahlaka sahip olandır.
- Âsım genci ailesine bağlı, sevgi dolu, sorumluluk sahibi olandır.


Bilgisiz ahlak, miskinlik ve zayıflığa; ahlaksız bilgi ise milletlerin ruhunun zehirlenmesiyle sonuçlanacak felâketlere sebep olurlar. Mehmed Âkif son nefesine  kadar davasına sadık kaldı. Müslüman gençlere içinde bulundukları neslin modelleri olma yolunda öncülük etti.Birlik ve beraberlikten yana oldu. Gençlere son bıraktığı mısralar ile bu ilim ve ahlak mirasını omuzlamayı, öncü ve önderlerden olarak, bu din-i ilâhiyeyi kucaklamayı vasiyet etti.
Onun bıraktığı bu kutlu mirasa kucak açan tüm gençleri Âsım genci olarak gördü. Ve Safahat’ın her bir mısrâsını o genç nesle, o neslin ruhuna armağan etti.

‘Görür müyüm diye karşımda Müslüman yurdu,
Bütün diyarını gezdim,ayaklarım durdu..
Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan,
Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zârımdan!
Vatan-cüda olayım sinesinde İslam’ın?
Bu âkibet,ne elim intikamı eyyâmın!
Benim ki yaşlıyım artık düşük kolum, kanadım;
Bu intikamı çalışsın da alsın evlâdım.’ (Safahat, beşinci kitap: Hatıralar, El-Uksur’da,s.284)

‘İyilerin tembelliği kötülerin fa’aliyetidir.’  diyen Âkif’i anlamanın yolu onun ufkunun derinliğini ortaya koyan ‘Safahat’ında gizlidir. Âkif bu ümmetin yüz akı, gönül aydınlığı, ümmetin manevi kurtuluşunun emekçisidir. Ona bir teşekkür borcumuz vardır. Bu borcu ödemenin bigane yolu onun hayalinde ki abid, alim, arif, Âkif, Âsım  gençler yetiştirmektir.

Canlı ve diri bir kalple Âkif’in yürüyen duaları olmak temennisiyle..

Hatice İslamoğlu Erdem